Genel Konferans Notları

“İlim çok kıskançtır. Onu şan, şöhret veya mevki için isterseniz size gelmez. İlmi sadece ilim için isteyeceksiniz.”

Mehmet Genç hocamızla 20 Mart 2018’de bir sohbet etkinliği düzenlemiştik. Bu sohbetten aldığımız notları sizin için derledik. Hocamızı vefatının sene-i devriyesinde rahmetle yâd ediyoruz.

İslam, Batı, Dünümüz ve Bugünümüze Dair

Günümüz dünyasında olduğu kadar İslam’ın tecrit edildiği bir başka bir dönem olmadı. Bu dönemsel değişiklikle birlikte İslam, ilk defa İslam olmayan bir dünyanın hedefi hâline geldi. Bu eskiden böyle değildi.

Batı, bilimde tarafsız ve objektif olduğunu iddia etse de bu iddia ancak hakikatin küçük bir kısmını kapsamaktadır. Yazılan eserlere baktığımız zaman bu iddianın zayıflığı ortaya çıkar.

İslam; Hristiyanlık ve Yahudilik dinlerini tahrif edilmiş görüp kendisini de onların geçerliliğini kaldıran bir din olarak gördüğünden, âlimlerimiz İslam dışı unsurların egemen olduğu yöne bakma ihtiyacını pek de hissetmemişlerdi. Bu sebeple, bizler 17. ve 18. yüzyıllarda -yüzümüzü Batı medeniyetine ilk çevirdiğimiz zaman- epeyce zorlandık.

Müslümanların, Peygamber Efendimiz’den (s.a.s) yaklaşık iki yüz yıl sonra muazzam bir medeniyet inşa etmelerindeki yöntem, aslında modern dönemde Batılıların takip ettiği yöntemden pek farklı değildir. Müslümanlar medeniyetlerini inşa ederken insanlığın bütün tecrübelerini ciddiye aldılar. Hint, Çin, Mezopotamya ve daha nice medeniyetlerde ne kadar değer varsa onlara tevessül edip asimile ettiler. Onları kendi süzgeçlerinden geçirdiler. Bu takip edilen metot gelişmemizin en önemli unsurudur.

Günümüz Müslümanları ile geçmiş Müslümanlar arasında epeyce bir fark var: 12. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar Müslümanlar Batı gözünde büyük bir öneme sahipti. Lakin bugün böyle değil. Maalesef terörist ve bombacı olarak görülüyorlar. Ama Batı dünyasının 11. ve 12. yüzyıllarda “Müslüman” deyince akıllarına “filozof”, “düşünür”, “bilge adam” gibi kavramlar gelirdi. Eskiden Batı’nın gözünden Müslüman adam demek ilim, irfan, filozof demekti. Buna örnek olarak akademik kıyafeti düşünebiliriz: O yüzyıllarda Batılılar ilim nasıl yapılır diye baktıklarında bunu kıyafetlerine kadar almışlardır.

Batı, bizim klasik çağda yaptığımız gibi insanlığın başarısını asimile etmeye çalıştı ve hâlâ bunu yapmaya devam ediyor; en azından bilmeye ve tanımaya çalışıyor. 16. yüzyıldan sonra dünyada Batılıları gözlemci, araştırmacı, seyyah gibi kimliklerle görüyoruz. Müslümanlar, o klasik çağın başında varlar ama etkileri daha sonra azalıyor. Günümüzde ise Müslümanlar sadece tercüme yapıyor ve bunlar da çoğu zaman kötü yapılıyor. Eski klasik eserlerimizi ve Batı eserlerini tercüme etmeye çalışıyoruz ama maalesef kaliteli olmuyorlar. Bunun yanında maalesef bizim yaptıklarımızın da (yabancı dillere) tercümesi olmuyor çünkü bir katkı sunmuyorlar. Bizim de bir katkımız olmalı. Bunun için Müslümanların bir kültür ortaya koyması lazım. Bu ortaya koyma hemen olmaz, çok zahmetli bir iştir. Örneğin Batı dünyası uzun zaman emekledi ve çok sonra ayağa kalkabildi. Bir kültür oluşturmak birikimle olur ve bizim birikimimizde problemler var. En büyük problemimiz kültürel kesintidir. Üzülerek söylüyorum ki bizler kültürümüzden büyük bir kopuş yaşadık.

Dil, Alfabe, Kavramlar ve Kültürel Süreklilik Hakkında

Objektif olarak baktığımız zaman Latin harfleri Türk dil yapısına daha uygundur. Fakat bizler Arap harfleri sayesinde Arapça, Türkçe ve Farsça gibi üç dili Türkçe çatısı altında birleştirip dünyanın en büyük dillerinden birini meydana getirdik. Bunu Sir James Redhouse’un 1890’da yayımladığı sözlükte görebiliriz. O sözlük çok önemlidir zira Osmanlı Türkçesini onun kadar mükemmel bir şekilde ele alan bir başka lügat yoktur ve Osmanlıcaya muazzam katkıları vardır. Redhouseönsözünde der ki, “Günümüzde iki büyük dil vardır: Bunlar İngilizce ile Osmanlı Türkçesidir. O iki büyük dilde 100 biner kelime vardır. Bu iki büyük dildeki 90 bin kelimeyi ben tespit ettim ve onları yayımladım. Ömrüm vefa ederse de 100 bin yapacağım.” Kendisinin ömrü vefa etmedi ve 90 binde kaldı. Redhouse 1830’da Türkiye’ye geldi ve 1880’lere kadar kaldı. Çok iyi Türkçe, Arapça ve Farsça bilirdi. Bunun yanında, kendisi bunu söylemez ama yazdığı bu lügat, tarihî bir lügattir. 17. ve 18. yüzyıllarındaki kelimeleri de içermesinden ötürü bu özelliğe sahiptir. Bir terakkiyi fark etmeniz açısından söylüyorum: 1880’lerde 100 bin kelime haznesi olan İngilizce dili şimdi bir milyon civarında kelimeye sahiptir.

Türkler kelime türetirken genellikle Arapça kalıplar kullanırlardı. Arapçanın esnekliği buna elverişliydi. Hatta Arapların hiç kullanmadığı kalıplar kullanarak yeni kelimeler ürettiler.

Bir Japon, Çince bir yazıyı okur çünkü semboller aynıdır. Tabii Japonlar zamanla bunları geliştirdi, modern medeniyetin kavramları ile zenginleştirdi. Sonra Çinliler onlardan faydalandılar. Aynı şekilde Araplar da bazı kelimeleri Osmanlılardan aldıklarını söylüyorlar. Mesela “buhran” kelimesi: “Buhran” kelimesi Cevdet Paşa’nın anlattığına göre “kriz” kelimesinin karşılığı olarak üretiliyor. Araştırmalar yaptılar, “kriz” kelimesinin neye tekabül ettiğini incelediler ve sonunda Türkçe karşılığı olarak “buhran”kavramını buldular.

20. yüzyıla geldiğimizde Türkçeleşme başladı ve bu kavramları Arap harfleri ile ifade etmek zorlaştı. Enver Paşa mesela bunun için alfabede farklılaşmalar yaptı. Adı ise hurûf-i munfasıladır. Lakin ben okuyamıyorum onun yazdıklarını. Mesela kalem kelimesi kâf, lâm ve mîm harfleriyle yazılıyor. Fakat siz bunu bu şekilde yazınca farklı yerlere çekebilirsiniz ve farklı şekillerde okuyabilirsiniz. O yüzden Enver Paşa’nın harfleri tutmadı.

Atatürk Latin harflerini tercih etti ve Müslüman dünyasında ilk defa Latin harfi kullanılmaya başlanmasından ötürü Batı dünyasında bir bayram havası oldu. Farklı bir düşünceye sahip olabilirsiniz lakin bana göre yazının değişmesi zararlı olmayabilirdi. Bizi asıl mahveden, eski kavramların “bu Arapçadır”, “bu Farsçadır”, diye dilden atılması idi. Biz buna dilde tasfiyecilik diyoruz. Eğer tasfiyecilik olmasaydı, dilin zenginliğini koruyabilseydik ve Sir James’in bahsettiği 100 bin kelimeyi 150 bin veya 200 bine çıkarabilseydik kültürümüz daha evvel bahsettiğim gibi sadece çevirmekle kalmaz bunun yanında dünyaya yavaş yavaş bir katkımız da olmaya başlardı.

Kültürlerin gelişmesi birikim ile olur ve çok uzun zaman sürer. Bizdeki tasfiyecilik bu geleneği ortadan kaldırdı. Bununla beraber yaratıcılık da yok oldu. Bunu gidermek için tekrar çaba sarf etmemiz, kendi tarihî kültürümüzde yüzmemiz lazım. Kültürümüzü tanımalıyız. Benimsemesek bile en azından bilmeliyiz. İlla da hoşlanmanız gerekmiyor, kritik de edebilirsiniz kültürünüzü. Mesela Schopenhauer kendi kültürünü ağır bir şekilde eleştirmiştir. Kendisi der ki: “Almanlar bira içiyorlar, o yüzden aptallaşıyorlar. En aptal Alman Hegel’dir. O, Alman aptallığının abidesidir desek hiç yanılmayız” der. Biz de kendi kültürümüzün her şeyini sevmek zorunda değiliz ama onu bilmeliyiz, benimsemeliyiz ve bir parça da olsa ileriye götürmeye çalışmalıyız. Keşke bu tasfiyecilik yapanlar Batı’yı biraz takip etselerdi ve neden bu adamlar yeni kavramlar kullanırken Latin kavramları kullanıyorlar diye baksalardı. Çünkü kendine ait olanı çöpe atıp tercüme olan kavramlarla düşünmek olmaz. Zira düşünmen için kavram lazım ve bunun senin kültür havzan ile uyumlu olması lazım.  Tercümeler ile bunu sağlayamayız. Çünkü bir kavramın meydana gelmesi için en az 100, 150 hatta 1000 yıla yakın bir birikim gerekir. Bunun için Batı, bir kavram üretmek isterken Yunanca aslına bakıyor. Biz bu eksikliğimizi eskinin kavramları ve dili ile irtibata geçersek düzeltebiliriz. Özetle, kavramın geçmişe ait olması lazım. Bundan ötürü Batılılar ilmî kavramlar için Latince ve Yunanca kavramlara başvuruyorlar.

Soru: Hocam sizinle kavramlar üzerine konuştuk ve onların ehemmiyeti üzerinde durduk. Peki bizim yapmamız gereken kendi kültürümüzün unsurlarıyla yeni kavramlar üretmek mi yoksa eski kavramları tekrardan ihya etmek mi?

Bunun için her ikisi de lazım. Zira hangi kavramlar ile ne düşünüyorlardı onu bilmemiz lazım. Örneğin, sırık ile atlayacak bir insan evvela biraz geriye doğru gider, ondan sonra sıçramasını yapar. Bizim de bu misaldeki gibi evvela biraz geriye gitmemiz ve geçmişi bilmemiz gerekir. Ondan sonra yeni kavramlar üretebiliriz. Bunu yaparken Batı dilinden de faydalanabiliriz. İngilizce, Fransızca, Almancaya başvurabiliriz. Farz-ı misal ben Alman filozoflarının eserlerini okuduğum zaman Fransızca çevirisinden okudum. Mesela geist (akıl) kelimesi Fransızca kitaplarda esprit diye geçiyor ama bu, istenileni tam karşılamadığından anlaşılması için üzerine ilaveler yapılıyor. Biz de bu asırda yaşamak istiyorsak eskileri öğreneceğiz ama bununla beraber yeni kavramlar üreteceğiz.

Soru: Cumhuriyet sonrası tercüme faaliyetlerini nasıl buluyorsunuz?

Bir İslam’dan yaptığımız bir de Batı’dan yaptığımız tercümeler var. 1980’e kadar Batı’dan yapılan çeviriler çok kalitesiz idi. Bir tek Hasan Âli Yücel yaptırdığı çeviriler vardı. Doğu ve Batı edebiyatının klasiklerini çevirdiler onlar lakin o çeviri eserlerin dilleri biraz garipti. Çok öz Türkçe kullanılmaya çalışıldığı için kalitesi düşmüştü. 1950, 1960, 1970 ve 1980’e kadar da Türkiye’de ideoloji savaşları olduğu için çeviriler de ideolojileri desteklemek için yapılıyordu ama bunlarda çok vasattı. Ancak 1980’den sonra adam akıllı çeviriler olmaya başladı. Tabii ki Batı’dan ve Doğu’dan iyi eserler çevirilisin isteriz ama bunu yaparken kendimizi ihmal edemeyiz.

Soru: Türkiye’nin yakın tarihi göz önüne bulundurulursa bir tarihçi nazarından bakınca Türkiye’nin gidişatını nasıl yorumluyorsunuz?

Bu biraz zor bir soru. Lakin objektif bir bakış açısından bakacak olursak Türkiye Birinci Dünya Harbi sonunda bitmeye aday bir devletti. Ancak baktığımızda, Birinci Dünya Harbi’nde çöken ilk devlet, Osmanlı’ya “hasta adam” diyen devlet reisinin devleti idi. Osmanlı ise hâlâ mücadeleye devam ediyordu. Mesela Çanakkale. Yıkılmaya aday olan bir ülke nasıl olur da böyle bir harikulade zafer elde edilebilir? Biz de buradan, bu millet için sonun olmadığını anlayabiliyoruz. Birinci Dünya Harbi ve Millî Mücadele performansımız bunu gösteriyor. 20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden biri olan Arnold J. Toynbee 1950’de bir kitap yazdı ve orada dedi ki: “Avusturya İmparatorluğu sanayiye ayak uydurmuş zengin bir devletti. Osmanlı ise fakir ve zayıftı. Herkes Birinci Dünya Harbi’nden sonra Türkiye devleti bu fakirlik hâlinde, Avusturya devleti ise bu yükselişte devam edecek diyordu lakin bu beklenti gerçekleşmedi. Türkiye güzel bir hamle yaptı.” Toynbee’ye bu satırları yazdıran 1923 ile 1950 yılları arasında sahip olduğumuz dinamizm idi. Toynbee de bunu fark etti. Türkiye şu an ise çok önemli bir konumda ve ufak tefek hatalarını düzeltirse daha da ileriye gidecektir.

Batı’da Çalışma Kültürü

Ama çalışmamız lazım. Biraz tembellik var. Bundan hoşlanmıyorum. Mesela bir arkadaşım var. Kendisi Amerika’da doktora yapıyordu. Bilirsiniz Amerika’da doktora yapmak çok zordur. Zira bazen haftada 15-20 kitap okumanız gerekir. Arkadaşım diyordu ki: “Saat dörde alarm kuruyordum ve kalkıp kütüphaneye gidiyordum. Fark ettim ki ben giderken hocam daha yeni dönüyor kütüphanedeki çalışmasından. İçimden dedim ki ben bu hocaya nasıl imtihan vereceğim?” Ben de Amerika’ya üç-dört defa gittim ve her defasında depresyonla geri döndüm. Zira onlar boş vakit harcamıyorlar hiç. Her daim çalışma hâlindeler. Sadece öğle arasında ve yemek arasında konuşurlar ama orada da ilmî konuları ele alıyorlar. Birbirlerine neler çalıştıklarını, hangi konular üzerine kafa yorduklarını anlatıyorlar.

Size bununla alakalı bir anımı anlatayım: 1970’lerde Erol Güngör ile Türkiye’de bulunan Amerikan kütüphanesine gittik. Orada dergilerin ve kitapların yeni baskılarıyla karşılaştık. Bunları başka yerde bulmak zordu. Kendimiz de alamazdık, zira bazıları 50, bazıları 100 dolar idi, buna da gücümüz yetmezdi. Kütüphanedeki görevliye “Eserlerden faydalanabilir miyiz?” diye sorduk, “Evet” dedi. Lakin bunun için bir üyelik gerekiyordu. Biz de üye olduk. Usulü bilmediğimiz için tekrar sorduk nasıl faydalanabilir diye. O da bize beş kitap alma hakkımızın olduğunu ve bunları 15 gün sonra getirmemiz gerektiğini söyledi. O zaman o kitaplar dediğim gibi 50-100 dolar. Tabii biz çok sevindik buna. O zamanlar fotokopi yoktu. Bende okuma defterleri vardı, onlara not alıyordum. Daha sonra bir Amerikalıya, bazılarının 300-400 dolar olduğu bu kitapları nasıl oluyor da sadece bir kâğıt imzalatarak verebiliyorsunuz diye sordum. Bunu çok merak etmiştim. -Buraya iyi dikkat kesilin zira çok önemli burası- Amerikalı arkadaşım dedi ki: “Siz 300 dolarlık kitabı alıp gidebilirsiniz ve bir daha hiç gelmeyebilirsiniz, ama bunu yapan kişi yüzde bir veya iki. Zira bu kitaba rağbet eden adam daha fazla çalışmalar yapmak için geri dönecektir. Amerika ise ilmin yayılmasını yüzde bir veya ikilik bir kesimden ötürü hiç engelleyebilir mi?”

İlim Yolundakilere

Soru: İlim yolunun başında olan öğrencilere en temel tavsiyeleriniz nelerdir?

Ben tavsiyeden hiç hoşlanmam ama madem sordunuz şunları söyleyeyim: İlim çok kıskançtır. Onu şan, şöhret veya mevki için isterseniz size gelmez. İlmi sadece ilim için isteyeceksiniz. Sadece merak ettiğiniz için öğreneceksiniz. Onunla 24 saat ilgileneceksiniz. Yiyip içeceksiniz ama o merak ettiğiniz probleminiz hep kafanızda olacak. Onunla yatıp kalkacaksınız. Hayatınızın o olması lazım. Devamlı çalışmalısınız. Zira ilim çok kıskançtır. Şan şöhret için yaptığınız zaman hemen sizden kaçar.  

Kıymetli Mehmet Genç hocamız, yaptığı çalışmalar, verdiği eserler ve yetiştirdiği öğrencilerle kubbede hoş bir sadâ bırakarak bu imtihan dünyasından ayrıldı. Yukarıda okumuş olduğunuz yazı, 2018 yılında kendisi ile yapılan samimi bir sohbetten alıntılardır. Okurlarımızın, bu değerli öğütlerden istifade etmiş olduğunu ümit ediyoruz. Kıymetli hocamızın ruhunun şâd olması, geride bıraktığı eserlerin ve talebelerin de kendisi için sadaka-i cariye olması duası ile, el-Fatiha.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: