Kimi zaman kendimizden uzak ve neredeyse insan-üstü figürler olarak tahayyül ettiğimiz peygamberlerin dualarını okumak ve idrak etmek bize onların insani yönleri ve kullukları açısından çok şey söyleyecektir. Mahmut Zahit Ergün, bu yazısında sizleri Hz. Musa’nın üç duasını döneminin şartları ve atmosferi içerisinde okumaya davet ediyor. Buyurunuz:
Modern dünyada geleneksel figürlere pek yer yok. Adı üstünde, bir zamanlar gelmiş ve gitmiş, geride kalmış, miadı dolmuş karakterler onlar artık. İster mitolojik ister arkaik diyelim; zamanımızın “gerisinde” olduklarını baştan kabul ettiğimiz kişiler onlar. Bense, bize haber verildiği kadarıyla, peygamber hikayelerinin yol gösterici niteliği devam eden anlatılar olduğuna inanıyorum. Ancak satır aralarında kalmış bu karakterler ve onların geçmişte kalmış maceraları bize nasıl yol gösterebilir? Biz bugün filmin sonunu biliyoruz; Musa nehre atılacak, denizi yaracak, tevbe edecek, affedilecek. Ancak ânın içinde iken ne Musa ne de İsrailoğulları olacakları biliyor. Dolayısıyla onlar da bizim gibi korkuyor, karamsarlığa kapılıyor ya da bir şeyler için ümit besliyor. Biz bugünden bakınca öykünün içindeki ümitsizlik, korku, gerilim gibi duyguları göz ardı ediyoruz. Ancak, o “ân” a odaklanır ve mevzubahis atmosferi zihnimizde canlandırmaya çalışırsak, bu anlatıların ve peygamber imtihanlarının bize bugün nasıl örnek olacağını anlama noktasında bir adım atmış oluruz. Bu duygu ve düşüncelerle oluşturmaya çalıştığım bu yazıda, Kur’ân-ı Kerim’den birtakım dua sahnelerine odaklanmaya ve bu duaların bende oluşturduğu hissiyatı -akademik formasyondan olabildiğince uzak kalarak- paylaşmaya çalıştım.
…
Hz. Musa’nın öyküsü, İslami bir tedrisat ile yetişen veya bu kültürden farklı kanallarla beslenen çoğu kişi için başı-sonu belli bir hikayedir: Bebekken nehre bırakılır, Firavun ailesi tarafından suda bulunarak sahiplenilir, sarayda bir yer edinir, bir kavgaya karıştıktan sonra Mısır’dan kaçmak zorunda kalır, Medyen günleri başlar, nübüvvet sürecinin başlamasıyla Mısır’a döner, Firavun’a davette bulunur, yaşanan olayların sonunda Firavun ve ordusu suların altında kalır… Bütün bunları hikâyenin dinamiğini oluşturan birer masalsı olaydan ibaret görmek; olayı yaşayan kişilerin gerçek insanlar olduklarını, yaşadıkları duygusal iniş çıkışları, ilgili olaylarda karşılaştıkları ikilemleri ve insani arada kalmışlıklarını fark edememeye sebep olabiliyor. Buna mukabil, yaşanan âna odaklanılması; o ânın insanlarının nefes alışverişleri arasında yaşananın gerçekten ne olduğunu anlamamızı sağlayabilir. Bu tür bir anlama ise, kıssayı anlamlandırmamıza ve kendi dünyamıza çekmemize yardımcı olacak esas unsurdur kanaatimce.
Şimdi kendimizi bir lahza da olsa Hz. Musa’nın yerine koyup onun korku ve ümitlerine ortak olmayı deneyelim.
…
Hz. Musa bir gün, Kur’ân’da da yer verilen bir hadisenin içinde bulur kendisini. O esnada belki bir yere gidiyor, belki bir yerden dönüyor. Bilmiyoruz. Bu noktada tek bildiğimiz, Hz. Musa kavga eden iki kişiye rastlıyor. Biri kendi kabilesinden, diğeri ise Mısır’ın yerlisi. Yoluna devam edebilir yahut müdahale edebilir. Neticede, kavga eden bu iki kişiyi ayırmaya karar veriyor, kendi kabilesinden olan adamdan yana taraf alıyor ve diğer adamı yumruklamasıyla birlikte Mısırlı adam hayatını kaybediyor. Kasıtlı değil, ancak sonuç aynı: Hz. Musa Mısırlı birini öldürüyor.
Ve o anda, peygamberin dilinden şu dua dökülüyor ve bize de vahiy yoluyla haber veriliyor:
رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي
“Rabbim ben nefsime zulmettim, beni bağışla.” (Kasas, 28/16)
Hz. Musa’nın duasında geçen “nefsime zulmettim” şeklindeki ifade, diğer peygamberlerin dualarında da (örn. Adem ve Yunus peygamberler) karşımıza çıkıyor. Hz. Musa da diğer elçiler gibi önce hatasını kabul ediyor, daha sonra mağfiret diliyor. Ayetin devamında, yüreğimi ürperten ve ümidimi arttıran çok hoş bir detaya yer veriliyor:
فَغَفَرَ لَهُ
“(Allah da) onu hemen bağışlayıverdi.”
İfadenin başında yer alan “fe” edatı, istinaf olarak kullanılmıştır. Bu edat içinde bulunduğu bağlamdaki iki hadisenin peş peşe gerçekleşmesini ifade eder. Yani Hz. Musa Allah Teala’dan mağfiret istemiş ve Allah da onu hemencecik bağışlamıştır.
Buradaki detay, samimi olarak ve hatasını kabul ederek, hatanın hemen ardından yapılan tevbenin hemencecik kabul edildiğine dair bir müjde olabilir mi? İnşallah öyledir. Allah en doğrusunu bilir.

…
Hz. Musa başka bir gün, daha önce kendisinden yana taraf tuttuğu adamın yine bir Mısırlı ile kavga ettiğini görüyor. Kur’ân’daki ifadelerden Musa’nın hemşehrisine kızdığını, ancak yine de kavgayı ayırmak üzere kendisine yöneldiğini anlıyoruz. Musa’nın üzerine kızgın biçimde geldiğini gören ve muhtemelen kendisine zarar vereceğinden endişelenen adam, sadece kendisinin bildiği cinayeti bağıra çağıra ilan ediyor. Bu durumda Musa’nın endişelenmiş olacağını tahmin edebiliyoruz. Nitekim şehrin bir köşesinden gelen ve kim olduğunu bilmediğimiz birisi de resmi görevlilerin peşinde olduklarını Musa’ya haber veriyor ve o da ülkesini terk ediyor.
Hz. Musa, can havliyle ülkesini terk ederek Medyen’e varıyor ve burada bir kuyunun kenarına oturuyor. Hangi ruh halinde olduğunu hiç bilmiyoruz. Fakat bazı bilgiler bize Hz. Musa’nın ruh halini anlama yolunda bir fikir verebiliyor.
Hz. Musa, kendi öyküsünün içinde toplumun “ötekisi” olan biri: Sarayda yetişmiş, Mısır örf, adet ve inançlarının bilincinde, Yahudi kimliğinin farkında, belki de idari bir pozisyon almak üzere eğitimden geçmiş. İstemeden işlediği bir cinayet sonucu, ait olduğu toprakları terk ediyor, bilmediği bir beldede, kimsesiz olarak, muğlaklığın içinde, çaresizce yol alıyor ve nihayet bir kuyunun kenarına oturuyor. Orada, sürüsünü sulatmak üzere sıra bekleyen iki genç kıza denk geliyor. Açlıktan ve yorgunluktan bitap düşmüş, o anda kendisine bile hayrı dokunmayan birisinin, böyle bir ortamda yardımsever değil de umursamaz -yahut kendi dertlerine boğulmuş bir halde- olması beklenir. Ancak Musa genç kızlara yardımcı oluyor, hayvanlarını suluyor ve bir kenara çekiliyor. Musa’nın gidecek yeri yok, tüm yaşantısını geride bırakarak belirsizliğe adım atmış. Muhtemelen aç, yorgun ve güçsüz; peşinde belki de casuslar, resmi görevliler var. O anda, tüm hayır ve şerrin Rabbine niyazda bulunuyor:
رَبِّ إِنِّى لِمَآ أَنزَلْتَ إِلَىَّ مِنْ خَيْرٍ فَقِيرٌ
“Rabbim” diyor. “Bana indireceğin her türlü hayra muhtacım.” (Kasas, 28/24)
Her birimiz öyleyiz, Hz. Musa da belki bu acziyetimizi hatırlatıyor bizlere. Bir gün sarayda varlık içinde iken; bir gün sonra kuyunun kenarında bir başımızayız. Nimet içinde olduğumuzda da, musibete uğradığımızda da, Rabbimizden gelecek her türlü hayra muhtacız.

…
Varsayalım ki, nehirdeki bir sepette bulunduktan sonra himayesi altına girdiğiniz ve ömrünüzün önemli bir kısmını bizzat sarayında beraberce geçirdiğiniz bir devlet başkanı var. Bir gün, hem de bu devlet başkanından, işlediğiniz bir suç sebebiyle kaçmış, uzakta bir yerde ailenizle yolculuk ederken, onu ve onun temsil ettiği tüm sistemi karşınıza almanızı gerektirecek bir emre muhatap oldunuz. Kolay olmasa gerek?
Düşünün, kainattaki düzeni sağladığına inanılan yegâne tanrı-kral, binlerce kişilik ordusu, yüzlerce kişilik maiyeti, teknikte zirve yapmış bir toplumda yetişen nice mühendisler, resim ve süslemede çığır açmış sanatkârlar, sihirbazlar, yüzlerce yıldır süregelen köklü gelenek, sistemden menfaati olan sair binlerce insan ve daha niceleri. Siz ise bu yekûna karşı neredeyse tek başınasınız. Herkesi karşınıza alıyor olacak ve maddi herhangi bir dayanağınız olmadan saraya gideceksiniz. Sadece davet edecek, hatırlatacaksınız. Dile, beyana, sözlere başvuracaksınız. Bir hükümdarın, hem de tanrı olma iddiası taşıyan ve iddiası toplumsal olarak da karşılık bulan bir hükümdarın karşısına çıkarak yüzüne karşı açıkça muhalefet edeceksiniz.
Böyle bir durumda ne canınız, ne malınız, ne de geleceğiniz güvendedir. Askeri bir desteğiniz ya da toplumsal bir şöhretiniz de yok ise, kelimelerden başka neyiniz vardır?
Allahualem, Hz. Musa da bu ağır yükün ve gerginliğin içinde bu duayı etmiştir:
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي
وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي
وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي
يَفْقَهُوا قَوْلِي
“Rabbim! Gönlüme ferahlık ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar.” (Taha 25-28)
Göğsü daralan peygamber, gönlünün genişlemesini, işinin kolaylaşmasını istemiştir. Ve de tek silahı olan “söz”ünün anlaşılması için, dilindeki bağın çözülmesini niyaz etmiştir. (Bazı rivayetlerde Hz. Musa’nın dilinde bir arıza olduğu ve konuşma bozukluğuyla mücadele ettiği bilgisi yer almaktadır.) Bu daveti kabul etmeyeceklerse bile, en azından kendisi üzerine düşeni hakkıyla yapmayı ve sözünü karşıya doğru biçimde aktarabilmeyi ummuştur.

…
Hz. Musa’nın öyküsü burada bitmiyor. Aslında bitirmemiz de gerekmiyor. Müminlere güzel bir örnek, belki de sadra şifa olacak kısımlar, bu kıssalardaki bazı detaylarda ve satır aralarında. Onları keşfetmek ise, güzel bir niyet, gayret ve tefekkürün ardından gelecek ilâhî bir lütuf yolu ile olabilir.
Muhakkak ki Allah en doğrusunu bilir.
Mahmut Zahit Ergün yazdı.