Sümeyye Özden umre ziyaretine dair notlarını aktardı.
Geçen sene şubat ayında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın üniversite öğrencileri için düzenlediği umre turlarından haberdar olmuştuk. Arkadaşımla birlikte o zaman gitmek istesek de çeşitli sebeplerden dolayı gidememiştik. Nasip 2018 bahar döneminin ilk haftasınaymış. Kayıt yaptırdığımız andan itibaren her hatırladığımızda heyecanlanıp umre için gün sayar olmuştuk. İkimizin de kutsal toprakları ilk ziyareti olacağından belki heyecanımız normalden daha fazlaydı. Birinci dönemin sonuna yaklaşırken arada sırada kayıt esnasında müftülükten verilen çantayı açıp, içindekilere bakarak heyecanımı artırıyordum. Nihayet 27 Şubat akşamı geldi çattı. Havaalanına çok erken gidip saatlerce beklemiş olsak da gidilecek yer daha fazla beklemeye de değerdi. Pasaport kontrolünden geçip hava alanının mescidinde toplandık. Yatsı namazının ardından ihram namazlarımızı kıldık ve sıra niyet etmeye geldi. Kafile başkanımız önderliğinde hep birlikte niyet ettik ve daha sonra uçağa bindik.
Allah’a hamdolsun sonunda bu yolculuk bize de nasip olmuştu. 3 saat civarında süren uçak yolculuğunun ardından Cidde’ye iniş yaptık. Oradan otobüsle Mekke’ye 1 saatte ulaştık. Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra ilk umremizi yapmak amacıyla Mescid-i Haram’a giden servislerden birine bindik. Servisten indiğimizde güneşin doğmasına az bir vakit kaldığından sabah namazını mescidin girişinde kılmak durumunda kaldık. Namazdan sonra mescide doğru ilerlerken Kabe’yi ilk gördüğümde ne dua edeceğimi düşünüyordum. Bir yandan da farklı ülkelerden gelen insanların oluşturduğu kalabalığı izliyordum. Erkekler ihramlarıyla bembeyazken kadınların birçoğu siyah giyinmişti. Bir kısmı ise yeşil, mavi, pembe gibi renkler belirleyerek kafile olarak aynı renk başörtüyü takıyordu. Bu renkli kalabalığın arasında Kabe’ye doğru ilerlerken nihayet direklerin arasından Beytullah bizi karşılıyor. Kâbe’yi ilk gördüğünde ne hissettiği sorulur ya insanlara hep, onu kelimelerle ifade etmek o kadar zor ki. Karşımda simsiyah örtüsüyle, bütün ihtişamıyla duran Kâbe vardı ama sanki gerçekten o anı yaşamıyor gibiydim. Önceden düşünüp etmeyi planladığım bütün dualar sanki silindi o anda aklımdan ve bir süre Kabe’yi izlemekten başka bir şey yapamadım. Hacerü’l-Esved’in bulunduğu köşeye geçip uzaktan selamımızı vererek başladık ilk şavta. Makam-ı İbrahim ve Hacerü’l-Esved’in olduğu bölgeler dışında beklediğimden çok daha tenha bir ortamla karşılaştım. Öyle ki çok da zorlanmadan Kabe’nin örtüsüne el sürme fırsatı elde ettik. Tavafı tamamladıktan sonra namaz kılmak üzere Makam-ı İbrahim’in arkasında bir yer bulmaya çalıştık ama yer bulsak bile görevlilerin “yallah hacciyye” ikazlarıyla sürekli yer değiştirmek durumunda kalıyorduk. Namaz kılarken kıblemiz olan asıl yapının tam karşımızda olmasına alışmak biraz zaman alıyor, bazen unutarak karşıya değil yere bakarak namaz kılıyorduk.
Tavaf namazının ardından sa’y yapmak üzere Safa Tepesi’ne doğru yol alıyoruz. Bütün bunlar olurken ben hala gerçekten o anı yaşıyor gibi değil, daha ziyade rüyada gibi hissediyordum. Sanki oradaki ben değildim, karşımda duran da Kâbe değildi. Safa ve Merve arasında gidip gelirken bir yandan dua edip bir yandan da insanları izliyordum. Etrafta farklı ülkelerden gelen kafileler grupça sesli bir şekilde dua ettikleri için bazen kendi ettiğim duayı karıştırıyor ve ben de sessizce onların dualarına ortak oluyordum. Sa’y alanında koşturan çocuklar ise ortamı renklendiriyordu. Hele ki 4-5 yaşlarındaki erkek çocuklarının ihramlarıyla oradan oraya koşması görülmeye değer bir manzaraydı.
İlk umremizin ertesi gününde Mekke’deki diğer mekanları görmek için sabah grupça otelden çıktık. Sevr Dağı, Nur Dağı ve Arafat ziyaretinin ardından bu kısa gezimizi sonlandırdık. Hocamız Sevr’in dik ve çıkılması zor olduğunu söyledi ama Nur Dağı’na daha sonra tırmanacaktık. Akşama kadar Mescid-i Haram’da vakit geçirdikten sonra ikinci umremizi yapmak için otobüsle yarım saatlik bir mesafede bulunan mikat sınırına giderek ihram namazını kıldık ve ikinci umremizi yapmaya niyet ettik. Grupça “lebbeyk Allahümme lebbeyk” diyerek Kabe’ye doğru yürümenin coşkusu çok ayrı bir heyecan katıyordu insana.
Dilimizde lebbeyk nidaları gönlümüzde bize buraları görmeyi nasip ettiği için Rabb’imize minnet duygusuyla Kabe’ye varıyoruz. İkinci umreyi tamamladıktan sonra geceyi orada geçirmeye niyetlendiğimiz için tavaf yapanların biraz gerisinde namaz için ayrılan bölüme oturduk. Allah’ın evinin karşısında oturarak dünyalık işlerden ve konuşmalardan uzak kalmak, bir zamanlar Hz. Peygamber’in ayak bastığı bu topraklarda olmak çok huzur veriyordu. Hani anlatılmaz yaşanır derler ya, orada yaşananlar da tam olarak öyle bence. O geceyi Kabe’nin karşısında namaz kılarak, dua ederek ve tavaf yaparak geçirdik. Ertesi günün akşamında Hira Mağarası’nın üzerinde bulunduğu Nur Dağı’na çıkmak üzere yola çıktık. Bana göre çok da kolay olmayan, yorucu bir tırmanışın ardından Hira Mağarası’na ulaştık. Zirveye ulaştığımda nefes nefese olsam da mağaranın içinde kıldığım iki rekat namaz yorgunluğumu unutturmaya yetti. Gördüğüm en huzur verici yerlerden biriydi Hira. Yüksek dağlar ve şehrin ışıklarından oluşan Mekke manzarası, Nur Dağı’nda ayaklarımızın altında gibiydi. Uzaktan görünen Harem’in ışıklarını ayırt etmek zordu. Aradaki bu uzaklık bana Hz. Peygamber’in buraya gelişini düşündürdü. Bizim merdivenden çıktığımız halde yorulduğumuz bu dağı, kim bilir o kaç kere çıkmıştı? Belki de şu an üzerinde oturduğum taşa veya belki de yanımdakine o da oturmuştu. Bu düşünceler, salavatlar ve Kur’an eşliğinde bir süre orada vakit geçirdik. Kalan hayatımızda ona layık ümmet olabilmek duasıyla tırmandığımız yolları geri indik ve Mekke’deki son gecemizi de bu şekilde bitirmiş olduk.
Sabah veda tavafını yaparken Kabe’den ayrılmanın verdiği hüzün, Medine’ye gidiyor olmanın verdiği sevinçle karışmıştı. Öğlen vakti Medine’ye doğru yola çıktık ve yaklaşık 5 saatlik bir yolculuğun ardından Ensar şehri Medine’ye ulaştık. Şehirdeki huzuru daha otobüsten iner inmez hissetmeye başladım. Yatsı namazı için Mescid-i Nebevi’ye doğru ilerlerken Medine’de ne kadar farklı milletlerden insanların yaşadığını fark ettim. Kafamı çevirdiğim her yerde Urduca konuşan birileri vardı. O kadar ki oranın Medine olduğunu bilmesem Pakistan olduğunu düşünebilirdim. Mescit 10 dakikalık bir mesafedeydi ama kadınlar bölümüne gitmek için avluda bir 10 dakika daha yürümek gerekiyordu. Yatsı namazını kılarak Ravza’ya girmek için Türkler’e ayrılan bölüme oturduk. Sıra bize geldiğinde kalabalıkla birlikte namaz kılacağımız yere doğru ilerlerken getirdiğimiz selamları Hz. Peygamber’e iletiyorduk. Kalabalıktan dolayı biraz zor olsa da namaz kılmak için yer bulabildik ve iki rekat namazın ardından mescitten çıkarak otele döndük.
Sabah namazının ardından Medine’deki diğer mekanları görmek üzere yola çıktık. Uhud şehitliğine gittiğimizde, hocamızın da anlatımıyla, o savaş anları adeta gözümde canlandı. Üzerine çıktığımız okçular tepesinden etraftaki Uhud dağlarını izlerken şehitliğin kızıl toprağı da görünüyordu karşıda. Medine’nin huzurlu atmosferinin yanında Uhud’da çok daha farklı bir hava vardı. Hz. Hamza, Mus’ab b. Umeyr ve daha nice sahabinin şehit olduğu toprakların üzerindeydik. Hz. Peygamber yaralandığında yüzünden akan kan bile belki bu toprağa karışmıştı. Adeta İslam uğruna nelerin feda edildiğini gözler önüne seriyordu Uhud. Şehitlikte dua ettikten sonra Hendek Savaşı’nın yapıldığı yere doğru yol aldık. Kuba Mescidi’ne ve kıblenin Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevrildiği Mescid-i Kıbleteyn’e gittik. Oralarda kıldığımız tahiyyetü’l-mescid namazlarının her birinde ayrı bir tat vardı. Bu geziden sonra Medine’de kalan vaktimizi mümkün olduğunca Mescid-i Nebevi’de geçirdik. Mescide yürüme mesafesinde olan, Hz. Ebubekir’in halife olduğu yere, Sakifetü Beni Saide’ye gitme imkanı bulduk. Yeşilliği ve kuş sesleriyle şehrin ortasında, mescidin yanı başında çok dinlendirici bir mekandı. Medine’deki son günümüzdü o gün. Keşke biraz daha kalma imkanımız olsaydı da o
huzurlu şehrin sokaklarında biraz daha yürüyebilseydik, her namaz vakti mescide doğru akın eden kalabalığın arasına biraz daha fazla karışabilseydik, yeşil kubbenin karşısında saatlerce oturup salavat getirebilseydik. Ama maalesef gerçek hayatımıza bir başka deyişle aslında yalan olan dünyamıza geri dönmenin vaktiydi artık. Son gece Ravza’da Hz. Peygamber’e veda ettik ve tekrar gelebilmek duasıyla hava alanına doğru yol aldık. Medine’de bana göre çok farklı bir atmosfer vardı. Sokaklar ve insanlar sanki hala hicret zamanın izlerini taşıyor gibiydiler. Mescitteki görevlilerin sabır isteyen zor görevlerine rağmen insanları yumuşak bir şekilde uyarmaları, bir şey sorulduğunda kibarca cevap vermeleri bana ensarın muhacirlere karşı olan yardımseverliğini hatırlattı. Otel, Mescid-i Nebi’ye yürüme mesafesinde olduğundan her namaz vaktinde, büyük bir kalabalığın mescide doğru yol almasına şahit oluyorduk. Esnafın birçoğu da her vakit dükkanını kapatıp bu kalabalığa katılıyordu. Bu grubun bir parçası olmak benim için çok güzel bir duyguydu. Mescidin avlusunda o büyük cemaatle birlikte namaz kılmanın verdiği huzur da Medine’yi unutulmaz kılan şeylerden biriydi.
Türkiye’ye dönünce anladım ki Mekke-Medine’nin asıl değeri dönünce biliniyormuş. Okula döndüğümde içimde oluşan özlemle karışık boşluk duygusu bir süre etkisini sürdürdü. Şimdi ise rüyalarımda sıkça yer alan güzel anılar kaldı geriye. Önceden gitmek istiyordum, şimdi daha çok gitmek istiyorum. Artık umre kelimesinin içi öncekinden çok daha dolu benim için. Allah gidemeyen herkese gitmeyi, gidenlere de tekrarını nasip eylesin.
*Sümeyye Özden aktardı.