Geçtiğimiz haftalarda BİSAV’da Eyyüp Said Kaya’nın TALİD’de yayımlanan “Türkiye Cumhuriyeti’nde Fıkıh Literatürü: Bir Hasıla” adlı makalesinin müzakeresi gerçekleşti. Programın birinci bölümünde Eyyüp Said Kaya, Türkiye’deki fıkıh çalışmalarının serencâmından bahsetti. Makalenin bir nevi özeti mahiyetinde olan bu kısmı aktarıyoruz.
“Eyyüp Said Kaya, Cumhuriyet döneminde fıkıh çalışmalarının hikayesini anlattığı makalesinde 1928’den günümüze bu çalışmaların geçirdiği safhaları, tartışmaların ve literatürün arkasında yatan saikleri inceliyor, fıkıh literatürü ile İslamcılık arasındaki yoğun ilişkiye değiniyor, geldiğimiz noktada alanla -ve özellikle fıkhî olanın sınırlarını yeniden tanımlamakla- ilgili “içeriden” eleştiriler ortaya koyuyor, yapılmasını gerekli gördüğü yeni çalışmalara işaret ediyor.”
(BİSAV tanıtım yazısından.)
Makalenin tamamı için tıklayınız.
Uzun bir süreçte hazırlanan ve aslında akademik bir makalenin hacmini biraz zorlayan aşan bu çalışma üç farklı analiz ve değerlendirme boyutunu aynı anda içeriyor. Birincisi dönem değerlendirmesi: yaklaşık altı tane döneme ayırıyoruz Cumhuriyet dönemini. Bu altı dönemin ana çizgilerini, alamet-i farikalarını ele almaya çalıştım öncelikle. İkincisi, her dönemin altında farklı metin türleri var; kitaplar, makaleler ve tezlerin yanı sıra ilmi toplantı yayınları, popüler yayınlar, ansiklopediler, tercümeler ve diğer birtakım alt literatürler var. Bu ikinci boyut, farklı metin türlerinin her bir dönemde nereye doğru gittiğini anlamaya çalıştığım değerlendirmeler içeriyor. Üçüncü olarak o dönemi, tabiri caizse, her devrin temsil kabiliyetini haiz metinleri, dönüm noktası diyebileceğim metinleri tahlil etmeye çalıştığım bir katman veya boyut var. Böyle bir toplantıda, makalenin ikinci ve üçüncü boyutlarını bir kenara bıraksam isabetli olacak, zaten bu kısa sürede bunları anlatmam mümkün olmaz.
Makalenin ilk boyutunu, yani dönemsel değerlendirmeleri, bir başka ifadeyle “Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren fıkıhta nereden başladık ve nereye gidiyoruz” sorularına soracak olursak, bizim modern Türkçe fıkıh literatürünü anlamlandırmamız açısından çok yardımcı olacak. Makaleyi 1928’den başlattım; anlamlı bir başlangıç olarak 1926’yı değil, 1923’ü hiç değil, 1928’i benimsiyor bu çalışma, çünkü bu bir fıkıh makalesi. Eğer konu hadis ya da tefsir olsaydı bu tarihin alternatiflerini daha rahat düşünebilirdik. Ama fıkıh için 1928’in rakibini bulmak çok zor. Çünkü 1928’de toplumsal hayatla doğrudan ilişkili olan fıkhın –en geniş anlamıyla- resmi düzeyde tamamıyla ilgasına dair kararlar alınıyor ve bu tarihten itibaren artık fıkıh hakkında konuşma zemininin önemli bir parçası ortadan kalkmış oluyor. Bundan sonra, yani 1928’i başlangıç noktası olarak alacak olursak, oradan itibaren birbirini takip eden altı dönemden söz edebiliriz. Bu dönemlendirmeleri karakterize ederken “fıkıh literatürü içinde bulunduğu muhitin siyasi ve kültürel tarihini üzerinde taşımak zorunda değildir, kendine göre bir gidişatı ve gündemi olabilir” diye düşünmeme rağmen, hemen her dönüm noktasının birtakım siyasi ve toplumsal dönüşümlere denk geldiğini gördüm. Fakat yine de belirlediğimiz dönüm noktalarının oluşumunda, fıkhın ve fıkıh literatürünün kendine ait gündemlerinin etkili olmadığını söyleyemeyiz.
1928’den 1939’a kadar tabiri caizse yaprak kıpırdamıyor; zaten Latin harflerine geçmişiz ve ortada çok az sayıda metin var. Üstelik bu metinlerin bazıları aslında Meşrutiyet sonrasında yayınlanacakken bu dönemde tab edilmiş metinler; bir kısmı da kaleme alınmasına rağmen yayınlanmış olduğunu rahatlıkla ifade edemeyeceğimiz metinler. Bu dönemde Cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar fıkıh hakkında yazmış birçok insan artık fıkıh hakkında yazmıyor; bir kısmı terk-i diyar, bir kısmı terk-i dünya etmiş, bir kısmı da lal ü ebkem. Daha önce Sırât-ı Müstakîm’de, İslam Dergisi’nde bol bol fıkıh makaleleri, araştırmaları yayımlayan insanlar, çok hararetli ve bereketli tartışmaların tarafı olan müellifler artık yoklar. Yalnız o dönemde yayınlanan az sayıda ilmihal ve ibadata dair metin bize çok şeyler söylüyor.
Devrin en dikkat çekici metinlerinden bazıları fıkıh üzerinden Cumhuriyetin tarih projesine, din projesine ve hukuk devrimine yardımcı olabilecek birtakım teklifleri içeriyor. fıkıh üzer ve bunların üzerinden fıkhın konuşulması var. Bu literatürde birinci mesele Türkçe ibadet. Malum 1925’te ve 30’larda iki kere Türkçe ibadet dalgası oluyor ve bu Türkçe ibadetin lehinde ve aleyhinde bir literatür ortaya çıkıyor. Fakat bu yapay bir literatür. Bu sebeple hem içerik açısından kof, hem de siyasi destek arkasını kestiği andan itibaren de bıçak keser gibi kesilmiş. Ne zaman bürokrasi, özellikle askeri bürokrasi Türkiye’de siyasete oynamaya başlasa benzer yayınlar tekrar zuhur ediyor. Bir tür yedekte tutulan literatür bu. İkinci olarak, laik bir Türk tarihi inşa etme projesi çerçevesinde bazı eski Darülfünun hocalarının, yeni muktedirlere yaranmak için Hanefi fıkhının aslında Türk hukuku olduğunu, Ebu Hanife’nin zaten Türk oğlu Türk olduğunu söyleme çabasını dile getirebiliriz. Fuat Köprülü’nün Türkler’in aslında yıllardır laik hukuka sahip olduğunu, Şeriata çok da tâbi olmadığını gösterme gayretkeşliği de bu anlayışın bir parçası.
Sene 1939 olduğunda insanlar “devrim” öncesini daha çok dile getirmeye başlıyorlar ve çok ilginç gelişmeler birbirini takip ediyor. İslam Ansiklopedisi ve İslam Türk Ansiklopedisi “Cumhuriyetten önce de bir tarih vardı” diyebilmenin ilk tezahürlerinden. Devletin İstanbul Üniversitesi’ne verdiği bir görev olarak neşredilen İslam Ansiklopedisi fıkıh maddelerini tamamıyla oryantalist bakış açısıyla ve son derece kötü tercümelerle hazırlarken, Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü’r-Reşâd’ın çekirdek kadrosu’nun karşı projesi olan İslam Türk Ansiklopedisi içinde fıkıh kendine gerçekten bir yer buluyor. İlk proje ne kadar oryantalist ise, ikinci proje de o kadar geç dönem Meşihatının aklına, kaynak anlayışına ve diline sadık kalan maddeler üretiyor.
Cumhuriyet’in beşeri ve sosyal bilimler alanındaki akademik ürünlerinde de fıkha ve fıkhın alanına yönelik kalem oynatanları aynı dönemde görebiliyoruz. Ömer Lütfi Barkan’ın iktisat tarihine dair yazdıkları, Fındıkoğlu’nun aile hukukuyla ilişkili yazdıkları ve Sabri Ülgener’in iktisat siyaseti ve iktisat düşüncesi hakkında yazdıklarının çok büyük kısmı fıkha dokunan metinlerdir. Mülkiyet hakkından iktisat zihniyetine, aile içi evliliklerinden arazi hukukuna kadar bu şahısların –bahusus ilk ikisinin- fıkha dolaylı da olsa temas etmedikleri metin bulmak zordur. Hukuk, tabii ki, diğer sosyal ve beşeri bilim dallarına göre, fıkhın kendine daha fazla yer bulduğu bir alan. Cumhuriyetin henüz çok genç olan hukuk literatürü içinde fıkhın kendine çok ilginç vahalar bulduğunu fark ediyoruz. Bunların başında “eski hukukumuz” sıfatı geliyor zannımca. Cumhuriyet kanunları yürürlüğe girmeden önce vuku bulmuş ve hâlâ o dönemin yargısını meşgul eden meselelerin halli için “Eski Hukukumuzda ….” başlıklı eserler yazılıyor, ama aslında bu kitapların muhtevası bildiğimiz Hanefi fıkhından ibaret. Fıkhın kendine yer bulduğu ikinci bir alan ise mukayeseli hukuk. Mukayeseli hukuk muhtevası gereği Cumhuriyetin müdahale ettiği, en azından kendi iktidarını uygulayarak şekillendirdiği bir alan olmaktan uzak kalır. Dolayısıyla fıkıhtan hâlâ bahsetmek isteyenler akademide mukayeseli hukuk kavramını kullanmaya başlar ve bu kullanım 1980’lere kadar hayatiyetini kaybetmez. Hukuk tarihinin, “eski hukukumuz” söyleminden farklı bir mecra olarak, fıkha yer açan üçüncü bir akademik başlık olduğunu söylemek zannedersem kimseyi şaşırtmayacaktır. “Eski hukukumuz”, mukayeseli hukuk ve hukuk tarihi fıkıh hakkında üretilen metinlerin Cumhuriyet’in hukuk devrimine ve kanunlarına karşı bir alternatif olmadığını ima eden, dolayısıyla fıkıh hakkındaki neşriyat için güvenli bir vaha temin eden söylemler olduğunu vurgulamak gerekiyor burada. Bu bağlamda makalede bazı Osmanlı bakiyesi hukukçuların, hukuk alanında bunca devrimsel değişimler yaşanmış olmasına rağmen, Cumhuriyet hukuku ile Osmanlı hukuku arasında bir sürekliliği vurgulama ihtiyacını ele alan bir başlığa yer verdim.
1939’dan itibaren başlayan dönemin çizgilerinin 1940’ların sonunda değiştiğini görüyoruz. 1949’dan itibaren birkaç sene içinde fıkhı etkileyen pek çok gelişme peşpeşe gerçekleşiyor. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kuruluyor, ardından “Müsteşrikler Kongresi” İstanbul’da toplanıyor -ve burada fıkıh da konuşuluyor-, Ömer Nasuhi Bilmen’in Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu yayımlanıyor (ki, İstanbul Üniversitesi tarafından yayımlanan bu projenin ismi de son derece manidardır; çünkü “kamus” kelimesi, aslında sadece “ıstılâhât-ı fıkhiyye”ye değil, “hukûk-ı İslâmiyye”ye de raci olup, “irticai bir iddia” taşıma töhmetini ortadan kaldırmaya mütealliktir); daha sonra Muhammed Hamidullah Türkiye’de düzenli ders vermeye başlıyor ve bir sene sonra İslam Tetkikleri Enstitüsü kuruluyor. 1949’dan itibaren başlayan bu gelişmeler akademide fıkhın meşru bir alan olarak ele alınma imkânına işaret ediyor, “eski hukukumuzda” demeden, “mukayeseli hukuk” kelimesini kullanmadan, eserlerin önsözlerinde, bu eserlerde yer verilen malumatın irticai faaliyet anlamına gelmediğini belirtmeden.
Hamidullah’ın getirdiği fıkıh anlayışı Batı’da oluşan ve Brill’in İslam Ansiklopedisi’nin diline hayli yakın, modern Batı’yla İslam arasında sürekli benzerlikler ve devamlılıklar arayan bir bakış açısına dayanır. Bu açıdan bakıldığında mesela Medine, “site devleti” olur, Ebu Hanife’nin fıkıh halkasının ürünleri de “kodifikasyon”. Medeniyetler arasında doğrudan tekabüliyet arayan bu anlayışın ilk takipçisi Salih Tuğ’dur. Onun eserleri Hamidullah’ın ikmali kabîlinden olmakla beraber, İmam-Hatip okulları ve Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk mezunlarıyla beraber bu çizgi gelişme imkânı bulamaz.
1960’ların ortalarında Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk mezunları kendilerini göstermeye başlar. Eğer İmam-Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü üzerinden İslamcılık ağırlığını koymamış olsaydı, Türkiye’de fıkıh araştırmaları çok büyük ihtimalle Hamidullah’ın şekillendirdiği gibi devam edecekti. Çok daha az sayıda, ama Batılı gündemi takip eden, Batılı standartlara sahip, dili, soruları ve vizyonuyla iki dünya savaşı arasındaki oryantalizme benzeyen bir fıkıh literatürümüz olurdu. Ama öyle olmadı, çünkü İslamcılık İslâm ilimlerine dair akademik çalışmalara hızla nüfuz etti. Her İmam-Hatiplinin ve Yüksek İslam Enstitüsü mezununun İslamcı olduğunu söylemek çok hatalı olur, ama ilk neslinden itibaren İmam-Hatip mezunlarının fıkıh alanında ürettiklerinin İslamcı tezleri akademiye taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hayrettin Karaman aslında ilk İmam-Hatipli, ilk ilahiyatçı, ilk “Yüksek İslamlı”, ilk “İslam Hukukçusu” değil, ama o neslin getirdiği anlayışı en iyi yansıtan kişi. Çalışmaları 1964’te Fıkıh Usûlü adlı eseriyle başlar ve o tarihten itibaren Türkçe fıkıh literatüründe pek çok dönüm noktası sıfatını haiz metin kaleme alır. İlk fıkıh usulü, ilk fıkha giriş, İmam-Hatipler için ders kitapları, Mukayeseli İslam Hukuku vs. Devrin fıkha dair metin ihtiyacını hızlıca ve o dönemde İslamcı camianın gerçekten de beğenisini kazanacak şekilde Hayrettin Karaman sağlar.
Karaman’ın metinleri kısa sürede “içtihat-taklit-mezhep” tartışmasını alevlendirir. 1970’lerin başında peş peşe çıkardığı ve hepsini Diyanet’in bastığı eserlerinde İbn Teymiyye’den Şevkânî’ye kadar Meşrutiyet devri metinlerinde rastlanan atıf kaynakları tekrar zuhur eder. “İctihad taraftarı” diye nitelenebilecek başka şahıslar ve metinler olmasına rağmen, muhafazakâr camia arasında bu konuya dair tartışmayı alevlendiren Karaman’ın eserleridir. Dini hayatın farklı boyutlarında ağırlıklarını yavaş yavaş gösterdikleri için zaten bazı çevrelerde rahatsızlık uyandıran İmam-Hatiplerin sözcülerinden biri, Cumhuriyet dindarlığını bir şekilde temsil eden bazı kişilerin tüylerini diken diken edecek şeyler söylemektedir. Sonraki dönemlerde Hayrettin Karaman’a tabiri caizse rahmet okutacak pek çok ilahiyatçı çıktığı için şimdi size öyle gözükmese de, 1970’lerin ilk yarısında manzara hayli farklıdır. İctihad-mezhep tartışmasında Karaman karşıtı kesimin başını Işıkçılar ve Süleymancılar çeker, ama bu “yeni İmam-Hatiplilere” muhalefetin literatüründe medresede informel olarak eğitim görmüş ve/veya Ezher’den mezun olup Türkiye’ye gelmiş kişiler öndedir. Bu kişiler kendi aralarında uzlaşması imkânsız cinsten ayrılıklar bulunsa da, Karaman karşıtlığı noktasında buluşurlar.
Burada meselenin mahiyetini aydınlatmaya matuf bir noktaya dikkat çekeyim: Karaman’ın ilk polemik metni Mevdûdî ve Seyyid Kutub’un savunusu hakkındadır ve aslında bu, tartışılan şeyin ne olduğuna dair önemli bir ipucudur. Tartışma metinleri taklit, telfik, içtihat vb kavramlarla doludur ama açıkçası fıkıh nazarından tartışılan doğru dürüst bir şey yoktur. Karaman karşıtları, itirazlarında “dinde reform” unsurunu sık sık kullanır; zamanla eriyen ve belirli kişilerin metinlerinde görülmeye devam eden bu vurgu 1970’lerin başında hafızalarda çok daha taze ve Cumhuriyet’in dini şekillendirme teşebbüslerine atıf yapan kuvvetli bir bağlamı var. Hayatiyetini daha uzun süre korumuş bir itiraz ise “Ehl-i Sünnet’in dışına çıkmak”. Karaman ise fıkıh usulü zemini dışına çıkmamaya çalışıyor, çünkü mezhebe ittibaı veya mezhebin gerekliliğini fıkıh usulü dairesinde ispatlayamazsınız.
1960’ların ilk yarısına kadar indirebileceğimiz yeni dönemdeki metinleri belirleyen temel dinamik İslamcılıktır. Merhum Hamidullah, Tanci ve Okiç’in bir şekilde dahlinin olduğu 1949 sonrası akademik metinlerine bakın; tarih vardır, fıkhın teşekkül süreci vardır, klasiklerin müellifleri ve yazmalarının gündemde oluşu vardır. Hâlbuki yeni dönemde “İslam’da işçi-işveren ilişkisi” ve “İslam’da devlet yönetimi” gibi başlıklar görürüz. İmam-Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü mezunları yeni tercüme edilen Mevdûdî, Kutub, Ûde ve Sibâ’î’yi okurlar ve daha sonra kaleme aldıkları tezler bu tercümeleri takip eder. Kurumsal boyutta da artık yükselen yıldız ne Ankara İlahiyat ne İslam Teknikleri Enstitüsü’dür; artık yükselen yıldız Erzurum’dur. Erzurum’da yeni kurulan İslam İlimleri Fakültesi o zamanın şartlarına göre hızlı bir şekilde doktora tezi üretiyor (o dönemde ilahiyat alanında henüz yüksek lisansın olmadığını hatırlayalım). Ankara İlahiyat’ta üretilen doktora tezlerinin sayısını kısa sürede katlayan Erzurum metinlerinde umumiyetle İslamcılığın hâkim renk olduğunu fark ediyoruz.
İslamcılık, 1980 ihtilalinin ardından yeni bir dönemece giriyor. Bu değişimin başlangıcını literatür açısından 1982 olarak kabul edebiliriz. Yani 1964’te başlayan ilk İslamcılık dalgası 1982’ye kadar devam ediyor, 1982’den sonra ikinci bir dalga başlıyor. Bunu makalede “kitlesel üretimin başlaması” diye ifade ettim. Kitlesel üretim için kurumsal boyutta da bir artışa ihtiyaç var. Yüksek İslam Enstitüleri tabiri caizse bir gece içerisinde İlahiyat yapılıyor; yani konumuz açısından doktora ve yüksek lisans programı açabilir hale getiriliyor. Birkaç sene sonra sayıları dokuza çıkıyor. Makalede 1982’den sonraki dönemle ilgili teker teker doktora tezlerinin ve monografilerin işlenmesi, değerlendirilmesi bir kenara bırakıldı, çünkü artık kitlesel üretim başlıyor. Daha önce her sene birkaç akademik metin yayınlanıyorken, 1982’den 1990’ların sonuna kadar fıkha dair yüksek lisans ve doktora tezlerinin sayısı dokuz yüze yaklaşıyor. Artık bu kadar fazla yüksek lisans ve doktora tezinin, eserin ve kitabın arasında ortak çizgiler, karakteristikler, hâkim renkler aramanın vakti geldiği için 1982’den sonra akademideki her önemli neşrin üzerinde durmaktan ziyade bunların genel hatlarını anlatmaya çalıştım.
1982 sonrası akademik çalışmalarının yıldızı “İslam Hukukunda …” başlıkla metinler! “İslam Hukukunda kadın”, “İslam Hukuk’unda mal”, “İslam Hukukunda para” … ibadat dışında kalan bab tasnifinin hemen her büyük terimi bu başlık altında çalışılmış. Yeri gelmişken, bu “İslam Hukukunda …” başlığının metodolojik olarak bir dizi ciddi hata barındırdığını söylemek lazım. Aslında yapılan şey, çoğunlukla, temsil kabiliyetine sahip olduğu düşünülen dört-beş modern öncesi klasik üzerinden, modern Kıta Avrupası hukuklarının sistematiğine benzer metinler üretmek. Bunların benzerleri genellikle Orta Doğu’da “fi’l-Fıkhi’l-İslâmî ve’l-Kânûni’l-Vad’î” ifadesiyle biten başlıklara sahip kitaplar halinde neşredilmiş oluyor. Bu modaya katılmayan, fıkhın tarihi boyutunu merkeze alan hayli eser olması bizi aldatmasın. Çünkü modern öncesi şahıs ve metinleri eksen alan akademik çalışmaların çok büyük kısmı aslında fıkhın tabiri caizse mutfağına girme hususunda henüz yeterli bulunmayan yüksek lisans öğrencilerine, alıştırma kabilinden verilmiş tez konuları.
Dönemin yükselen yıldızı borçlar hukukudur. Vakit giderek azalıyor, bu gelişmenin gerekçelerini makalede bir yandan Ortadoğu’daki ulus devletlerin acilen medeni hukuk inşa etme ihtiyaçları ve medeni hukukun bel kemiğini de Borçlar’ın oluşturması ile diğer yandan İslam ekonomisinin Türkiye için çok yeni bir alan sıfatıyla oluşturduğu heyecan ile açıklamaya gayret ettim. Borçlar hukukunun ardından artış itibariyle ikinci sırada “el-ahkâmü’s-sultâniyye” alanına dâhil konuları çalışan metinlerin gelmesi de şaşırtıcı değil sanırım: Anayasa ve medeni hukukunu yeniden kaleme alan İran Devrimi, Ziyaü’l-Hakk’ın Pakistan’daki İslamileştirme politikası, Sudan tecrübesi ve mahiyeti o dönemde çok daha meçhul kalan Malezya örneği. Bu rüzgar içinde “modern ulus devlet içinde İslâm’ın nasıl yaşanacağını gösterecek mevzuatın alt yapısını kuruyoruz” havasının hakim olduğu pek çok metne. Ve bu metinler aslında o dönemin belki de en dikkat çekici ana gidişatını gösteren metinler. Bu dönemde mesela, ibâdâtla ilgili ve “kerâhiyyât” dediğimiz günlük yaşama dair mesaille ilgili doktora tezi sayısı sıfır. Bu arada İslam ekonomisi hakkındaki metinlerin çok büyük ölçüde ekonomiye dair olmadığını söyleyeyim; aslında en iyimser ifadeyle “İslâm ticaret hukuku” hakkında, dili ve yaklaşımı hayli eklektik ve tartışmalı çalışmalar bunlar.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi tecrübesi ile sempozyum furyası hakkında makaledeki değerlendirmeleri burada özetlemem mümkün gözükmüyor. Sadece iki madde halinde temas edeyim: DİA ile Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa konuşulan, daha önce hiç konuşulmayan hatta telaffuz bile edilmeyen hatta günümüzde bile bazı İslâm hukukçusu akademisyenlerin gerekçesini anlamadığı birtakım kavramlar, kişiler, metinler, eserler ilk defa Türkçe literatüre girmiş oluyor. İkinci husus, devrin sempozyumlarının kökeni 1970’lerin sonuna dayanıyor: “İslam Hukuku’nda Alışveriş ve Kâr Hadleri”ni 1950 sonrası oluşan muhafazakâr esnaf çevrelerinin enflasyonist ortamı ilk defa bu şiddette tecrübe ettiği ortamın ürünü olarak yorumladım.
1982’yle başlayan dönemin karakteristikleri 28 Şubat’a gelirken silinmeye başlıyor. Bir dönemlendirme yapabilmek için en uygun dönüm noktası 1999. Bu yılı anlamlandıran rakamları merak edenler için makalenin ilgili yerine işaretle yetineyim ve devam edeyim: 28 Şubat’ın etkisiyle fıkıh metni neşrinin dibe vurduğu yıl 2002. Bu sarsıntıyı atlatmaya başlamanın yılı ise 2007; ancak 2007’de 1990’lardaki rakamlar tekrar tutturulabiliyor. 28 Şubat’ın tetiklediği değişim İslâmcılığın dilini de önemli ölçüde dönüştürüyor. “Anayasamız Kur’an’dır” cümlesinden “kadim medeniyetimizin temel değerlerine” geçiyor İslâmcılık. Devlet kelimesini bırakıp medeniyet kelimesine intikal ediyor. Bu değişim ile borçlar hukuku ve kamu hukuku ağırlığını kaybediyor; buna mukabil en yüksek artış hızı fıkıh usulünde görülüyor. Öyle ki, hem münâkehât hem muâmelât bahislerine dair yapılan çalışmaların toplamından daha fazla fıkıh usulü çalışması yapılıyor. Fıkıhçılar “da” medeniyeti ve tarihi hatırlıyorlar. Dönemin disipliner krizlerini ve fıkhın alt dallarına dair gelişmelerini burada anlatamayacağım. Bu bölüme dair değerlendirmeler içinden dinleyicilerin dikkatini biraz daha fazla çekecek bir boyutu dile getireyim: Günümüze kadar gelen 99 sonrası süreçte mezhep, tarihi dönem ve coğrafya esaslı çalışmaların arttığını fark ediyoruz. Ama hâlâ sınırlarını Hind dünyası, Malay dünyası veya Endülüs olarak belirlemiş çalışma sayısı çok az. İnsanı heyecanlandıran bir kısım çalışma başlığının ise, aslında yurt dışından gelmiş öğrencilere boun por l’orient kabilinden yazdırılmış metinler olduğunu anlıyorsunuz. Çağdaş İslam toplumlarıyla ilgili çalışmalar neredeyse hiç yok. Günümüzde Müslüman toplumlar fıkhın herhangi bir alanındaki bir probleme dair nasıl bir tecrübeye sahipler sorusu hâlâ fıkıhçı sıfatını verebileceğimiz insanların gündeminde değil.
Bana verilen süreyi çok aştım, oturum başkanının hoşgörüsüne mağruren. Çok yoruldum, biraz daha süre tanısa bile, burada kesmek daha uygun olacak. Hazirûna sabırları için çok teşekkür ediyorum.
*Not: Bu metin 19 Ocak 2019 Cumartesi Bilim ve Sanat Vakfı’nda gerçekleştirilen sunumda aldığımız notlardan oluşmaktadır. Metin Hocamız Eyyüp Said Kaya’nın irticali anlatımına dayanmakla beraber, kayıt ve kompozisyon itibariyle bize aittir.
