Genel Mülakat

“Ezan sesini duyabilecekleri başka bir yer yok.” – DCA İmam Hatibi Mehmet Ali Aracı ile Mülakat

Amerika’daki en büyük Türk camiisi olan Diyanet Center of America Camii imam hatiplerinden Mehmet Ali Aracı hoca ile Amerika’daki Müslümanlar ve Amerika’da camiilerin konumu üzerine konuştuk. Abdullah Bardakçı sordu.

Hocam öncelikle bize bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun. Okuyucularımız için sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

Allah cümlemizden razı olsun. Hoş geldiniz sefalar getirdiniz tekrar. Bendeniz Mehmet Ali Aracı. Malatya Hekimhan doğumluyum ama aslen Boluluyuz. Bartın Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde 7 yıl okudum. Daha sonra Isparta İlahiyat Fakültesi’ni kazanmak nasip oldu. Orada yüksek lisansımızı da tamamladık elhamdülillah. Tabii biraz heyecanlı ve hareketliydik ilahiyat yıllarında. İmamlığı ve din görevliliğini seviyorduk. Ben okulumun ikinci yılında Burdur’un Ağlasun ilçesinde imamlığa başlamıştım. Yüksek lisansın sonuna doğru yer değişikliği talep ettik ve Konya merkezde elhamdülillah Osmanlı’nın en eski camisi olan Piri Mehmet Paşa Camisi müezzin kayyımı olarak Konya’ya yerleşmiş olduk. Bir miktar o camide görev yaptık. Kısa görevimizin akabinde Allah onun yanındaki diğer büyük Osmanlı camisi olan Aziziye Camisi’nde bize imamet lütfetti. Orada yaklaşık 3 yıl kadar imamlık yaptıktan sonra Konya E tipi kapalı cezaevinde bir buçuk yıl kadar cezaevi vaizi olarak görev yapmak nasip oldu. Tabii bu arada yurtdışı sınavlarına girmiştik. Aslında hedefimizde okumak ve doktora yapmak vardı ama bu arada hasbelkader girmiş olduğumuz yurtdışı imtihanından da başarılı bir sonuç elde etmişiz. Bir sabah Ankara’dan aldığımız telefonla Amerika yolu gözüktü bize. 7 ay kadar Diyanet Center of America’da görevimize başlayacakken son hafta içinde hızlı bir görev değişikliği oldu. New York’taki Mimar Sinan Camisi’ndeki hocamız erken dönüş talep ettiği için beni de 7 ay kadar orada görevlendirdiler. 2005 yılının Eylül ayında Türkiye’de başlayan imamlık mesleğime 2012 yılından beri Amerika’da devam ediyorum.

Türkiye’de imam olmakla Amerika’da imam olmak arasında Müslümanların sorunlarıyla ilgilenmek açısından ne gibi farklar var?

Öncelikle şunu söyleyeyim. Türkiye’de elbette dini hizmet çeşitliliği var ancak Amerika’da din hizmetleri ya da imamlık denildiği zaman çok daha geniş bir kitleye hizmet ediyorsunuz. Amaçlar ve hedefler çok daha farklı ve büyük. Külliyede bulunmamız hasebiyle şunu söyleyebilirim ki Türkiye’deki hizmet süremizin 2-3 katına çok rahat çıkabiliyoruz. Elhamdülillah.

Yani Türkiye ve Amerika’daki cami görevleri arasındaki farkı değerlendirecek olursak şunları söyleyebiliriz: Türkiye’de imamdan beklenen hizmet ile buradaki imamdan beklenen hizmet birbirinden çok farklı. Yani Türkiye’de görev yapıyorsanız bir caminiz var, namaz kıldırmak, insanlarla, ailelerle ve çocuklarla ilgilenmek gibi –tabii vaktinize, insanlara olan ilginize ve gayretinize göre değişir bu durum- sınırlı sayıda görevleriniz vardır. Amerika’da ise buranın hem Kur’an kursu öğretmeni hem müftüsü hem vaizi hem derneğin işlerini yürüten teknik görevlisi olmak ve bunun yanında psikolojik danışmanlık ya da rehberlik gibi her türlü görevi icra etmek durumunda kalabiliyorsunuz. Sadece Diyanet Center of America’nın böyle olduğunu düşünmeyelim. Diğer camilerde de durum bu şekilde genel olarak.

Yani burada Müslümanların danışabileceği kişi imamdır ve bir sorun olduğu takdirde gidebileceği tek kapısıdır. Çocuğu doğduğu zaman buraya getiriyor. Evleneceği zaman buraya geliyor. Aslında bunları Türkiye’de de yapabilirsiniz ama burada sanki devleti temsil eden tek kişi sizmişsiniz gibi bir durum var. Yeri geliyor bir devlet temsilcisi sıfatıyla insanlara yardımı ediyorsunuz yeri geliyor insanlara doğru yolu gösteren bir el feneri ya da deniz feneri olmak durumundasınız. Bir umde oluyorsunuz. Bir görev icra ediyorsunuz.

Peki hocam burada yaşayan Müslümanların en çok karşılaştığı sorunlar nelerdir acaba?

Aslında sorunlar çok fazla. Ama ailelerin ve insanların bize en çok geldikleri problemler daha fazla çocuklarıyla ilgili. İnsanlar burada benliklerini kaybetmemek için çok çaba sarf ediyorlar. Bu bozulma da tabii ki ilk olarak çocuklardan başlıyor. Zihinleri boş ve duru olduğu için çocukları hususunda insanlar çok kaygılılar. Bu hususta değerlerini, kültürlerini, dinlerini ve dillerini korumak hususunda çok gayret ediyorlar. Türkler ve yabancılar bazında da durum aynı. Bunun dışında üzülerek şahit olduğumuz bazı durumlar var. Mesela çocuğu için kaygılandığı kadar kendisi için kaygılanmayan insanlar görüyoruz burada. Tabii evladı için kaygılanması da çok önemli bir şey, bu içindeki ateşin sönmediğini gösteriyor. Bundan dolayı çocuklarla ilgilenmekle birlikte velileriyle de ilgilenmeye çalışıyoruz. Ama bu durum tabii çok zor oluyor, çünkü burada insanlar neredeyse 12-15 saat çalışıyorlar. Altı yavaş yavaş ısıtılan bir kazan gibi tabir ediliyor burası. Kaynar bir kazan olsa girdiğin zaman yanarsın, agah olursun, acıyı hisseder kendini çekersin. Bu ülke insanların içinde bulunduğu kazanı yavaş yavaş ısıttığı için insanlar buraya yavaş yavaş alışıyorlar. Çünkü burası çok rahat ve hayat standartlarının çok yüksek olduğu bir ülke. Diğer tüm milletlere ve dinlere ait insanlar gibi Müslümanlar da bu ülkede benliklerini koruyarak varlıklarını devam ettirmeye çalışıyorlar.

İşte bu bağlamda da cami, Müslümanların kimliklerini korumak ve Müslüman kalabilmeleri açısından çok önemli bir noktada duruyor değil mi?

Aynen öyle. Biz Türkiye’de caminin alanını öyle çok daraltmışız ki, sadece bir namazgâh,IMG_1112 bir mescit -sadece secde edilen yer- kılmışız. Ama burada cami -yani insanları bir araya getiren bir merkez- olarak işlev görüyor. Hele külliye bazında düşündüğümüz zaman ecma’ 🙂 yani daha büyük bir anlamı ve alanı kapsıyor. Sadece Türk camileri değil, diğer camiler de kültür merkezi olmaları yanında dinleriyle buluşup diğer dindaşlarıyla da bir araya gelebildikleri yegâne yerler haline gelmiş durumda. Çünkü ezan sesini duyabilecekleri başka bir yer yok. İnsanlar burada çok çalıştıkları ve programları çok yoğun olduğu için başka yerde bir araya gelme imkânı bulamıyor. Evleri de çok küçük. Hayat, her şey öyle oluşmuş ki burada insanları kalabalıklar içerisinde yalnızlığa iten bir hayat tarzı var. Evler küçülmüş, hayat hızlanmış. İnsanlar koşturmaca arasında değil çocuklarını, eşlerini; kendilerini dahi unutmuş vaziyetteler.

New York’a ilk geldiğimde hatırladığım bir anım var. Dernek başkanımızın yönlendirmesiyle bir hasta ziyaretine gitmiştik. Türkiye’den 20-25 yaşlarında genç bir delikanlı gelmiş Amerika’ya. Para kazanma sevdasına öyle bir düşmüş ki kendini unutmuş. Bedeni bitmiş ve artık vücudu iflas etme seviyesine gelmiş. Sağlığı kötüye gidiyor ama bunun farkında değil. Çünkü rutine kendini çok kaptırmış. Ve bir gün beden artık ben kalkmayacağım demiş ve merdivenlerden inerken düşüvermiş. Öyle olduğu yerde kalmış. Hastaneye götürmüşler. Arkadaşlarıyla da diyaloğu çok kopukmuş bu yüzden kimse onun hastanede olduğunu bilememiş. Bir şekilde caminin dernek başkanına ulaşmış o gencin bu durumu. Sonra biz de hemen onu ziyarete gittik. Biz gidince o kadar mutlu oldu ki anlatamam. Bu noktada camilerin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.

IMG_1118.JPGCaminin ya da kültür merkezinin gölgesinde bulunup insanlarla irtibat halinde bulunmak büyük önem teşkil ediyor. İnsanlar en azından sen cumaya gelmedin mi diye hâl hatır sorarak birbirlerine destek oluyorlar. Bu minvalde sürüden ayrılmamak lazım geldiğini görüyoruz. Buradaki Müslümanlar için camilere ve kültür merkezlerine devam etmekte kesinlikle çok büyük fayda olduğunu söyleyebiliriz.  Zaten bu kaygıları tamamen bir kenara bırakmış, artık daha rahat davranan aileler tamamen özlerine yabancılaşmış durumdalar. Dini hassasiyetleri bir kenara, Türklüklerinden de çok uzaklaşmış oluyorlar. Çoğunlukla bu tip ailelerle cenazelerde karşılaşıyoruz ve bazen Hristiyan cenazesi mi yoksa Müslüman cenazesi mi olduğuna karar vermekte maalesef zorlanıyoruz.

Bu biraz da Amerika’nın bu ortamının yapmış olduğu bir şey herhalde değil mi?

Tabii ki. O kaygıyı gütmeyen aileler ne oluyor: çocuklar okula başlıyorlar ve okuldaki eğitim yavaş yavaş işleme başlıyor. Yavaş yavaş sunuyorlar Noel’i, cadılar bayramını. Ve bunu zorla yapmıyorlar. Ama o kültür yavaş yavaş işlemeye başlıyor. Şunu söyleyeyim: Benim kendi oğlum birinci sınıfta devlet okuluna gitmişti. Bir zaman sonra annesine: “Anneciğim sen neden el tırnaklarını boyamıyorsun” demeye başlamıştı. Bu çocuk okuldan çıkıp eve geldikten sonra vaktini camide geçiren bir çocuk. Yani vaktini Diyanet Center’da geçiren bir çocuk. Dolayısıyla, bir önceki sormuş olduğunuz sorunun cevabı olmuş olsun: Amerika’daki Müslümanların en büyük problemi çocukları. Türkler açısından artık bu daha elzem ve kırmızı alarmlar vermeye başlamış durumda. Bunun en büyük çözüm yolu ise okul ihtiyacıdır. Cami açıyoruz elhamdülillah. Özellikle malum gruplardan kurtulan, onlardan yakasını koparan insanlar da artık yardım talep edebiliyor. Ve bağlantılarını kesin kopardıklarına emin olabiliyorsak cami açılması konusunda o bölgedeki insanlarla görüşmek suretiyle onlara yardımcı olmaya da çalışıyoruz. Ama cami açmak tek başına yetmiyor. Çünkü emlak değerleri bazı bölgelerde aşırı yüksek. Alınan yerler küçük ve bütün aktiviteleri ve eğitim unsurlarını kaldırmıyor. Dolayısıyla okul olması lazım ki çocuklar vakitlerini orada daha fazla geçirsinler ve buradaki o ezici Amerikan kültüründen korunmuş olsunlar. Aslında bunları da anlatırken tamamen oradan soyutlanalım da demeye çalışmıyorum. O kültürü veya diğer kültürleri tanımak önemli ama kendi öz benliğimizden sıyrılmadan, bunları koruyarak bunları yapmak önemli. Aslında en büyük amacımız bu.

Hocam peki sizin bu süreçte çok etkilendiğiniz olaylar nelerdi? Bir tanesini anlatır mısınız?

İlk geldiğimde Amerika’nın o yüzünü gördüğümde çok etkilenmiştim. Büyük büyük binalar, yığın yığın insanlar. Manhattan mesela. Ama bu kalabalıklar içerisinde insanların ne kadar yalnız olduğunu, aslında manen ne kadar da desteklenmeye ihtiyaçları olduğunu, İslam’ın o huzurlu çehresine ne kadar da muhtaç olduklarını görmüş oldum.

Yaşadığım olaylar arasında ihtidalar çok etkiliyor genelde. Ama bunlar arasında beni en çok etkileyen Al’inki idi. Kendisi beyaz Amerikan. Camide bir gün otururken ben Kuran öğrenmek istiyorum diye gelmişti. Belli ki araştırmak istiyordu. Onunla yaklaşık 3 ay boyunca pazartesi ve çarşamba akşamları ders yaptık.

Müslüman olmadığı halde ders yapıyorsunuz değil mi?

Tabii, tabii. Ders yapıyoruz; Kuran öğreniyor, namaz kılmayı öğreniyor. Hatta namaz kılıyor. Ramazan geldiğinde oruç bile tutuyordu.

Bir gün sordum ona “İnanmadığın bir şeyi neden yapıyorsun?” diye. Ona hiçbir zaman baskı yapmadım. Aslında hazır hale geldiğini gördüğüm anlar çok oldu. Ama istedim ki kendisi bana desin “Hocam kelime-i şehadeti sen öğret.” diye. Hiç baskı kurmadım. Ama bazen öyle anlar geldi, ezan okunurken öyle dinliyordu ki çok samimiydi, namaz kılarken de aynı şekilde. Ve bir defasında bana dedirtti: “Brother Al, sen şu an inanmadığın bir şeyi yapıyorsun. Neden yapıyorsun?” Yani düşünün, oruç tutuyor tüm gün, namaz kılıyor.

Gerçekten çok garip hocam. Peki, ne kadar zaman sonra Müslüman oldu?

3 ay sonra. Onun Müslüman olması da enteresan oldu. Buraya Yusuf Estes gelmişti. Kendisi meşhur bir hatiptir. Hristiyan bir dinî liderken Müslüman olmuş birisi. Texas taraflarında meşhur bir hatip. O geldiği zaman ona durumdan bahsettim. Onu da zaten özel olarak çağırmıştım. Çünkü o da bir zamanlar onun gibi Hristiyan olduğu için daha etkili konuşabilirdi. Yusuf Estes Al’i yanına çağırdı, onunla bir miktar konuştu ve sonra “Kelime-i şehadeti söyle.” dedi ve o da itiraz etmeden söyledi.

Elhamdülillah, ne kadar güzel.

Hocam çok teşekkürler her şey için, Allah razı olsun.

Ben teşekkür ediyorum. Allah sizden de razı olsun. Sağlıcakla kalın.

*Abdullah Bardakçı sordu.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: