Doç. Dr. Soner Duman hocamızla 23 Şubat 2018 tarihinde yapmış olduğumuz mülakatın “Günümüzde fakihin konumu ve klasik literatürümüzü anlamlandırmak” başlıklı ilk kısmını yayınlıyoruz. Abdullah Bardakcı, Abdüllatif Ersoy ve Memduh Erdoğan sordu.
Günümüz için düşündüğümüzde -yani klasik sonrası dönemde- “fakih” kelimesi sizce ne anlam ifade ediyor?
Bu soruya başlamadan önce bir durum tespiti yapmamız lazım. Bizim klasik fıkıh ilmi eğitimimiz yaklaşık iki asırdır bir inkıtaya uğradı. Eskiden, mesela Osmanlı açısından düşünürsek, medreseler ilim geleneğini temsil ediyordu ve geçmişten aldığı ilmi birikimi yeni nesillere aktarmada önemli bir rol icra ediyordu. Fakat öyle bir noktaya geldik ki, Osmanlı’nın son dönemiyle -Tanzimat sonrasıyla vs.- birlikte artık medreseler hem klasik eğitimi vermekte hem de çağa ve yeni gelişmelere ayak uydurmakta zorlandılar. Bunun sonucunda fakihin medreseden yetişme imkânı ortadan kalktı. Cumhuriyetle birlikte insanlar kendi kendilerine eğitim görmeye başladılar. Kimi yurt dışında, mesela Suriye’de veya diğer Arap ülkelerinde, bir şeyler öğrenmeye çalıştı. Çağımızda, şu son bir asırda özellikle, İslam dünyası tüm zamanlarda gördüğünden çok daha büyük bir değişimle muhatap oldu. Bir anda bir devasa problemler yığını meydana geldi. Eskiden Müslümanların hâkim olduğu bir dünyada Müslümanlar sadece kendi sorunlarıyla yüzleşirken, şu anda kendilerinin sevk ve idare etmediği bir dünyada, kendilerinin hâkim olmadığı, gidişata kendilerinin yön vermediği bir dünyada hem kendi problemleriyle hem de “öteki”nin başına açtığı problemlerle yüzleşmek zorunda kaldı. Ve bu noktada fakihin hem büyük bir sorumluluğu var, hem de bu yük sadece fakihin altından kalkamayacağı kadar büyük bir yük. Yani İslam dünyasının çok ciddi sorunları var: Siyasi, ekonomik, yapısal ve eğitimle ilgili pek çok problem. Bütün bunlar sadece fıkhın veya tek başına fakihin problemi değil. Ama fakihin geçmiş dönemlerde hiç olmadığı kadar fazla konu ve soruyla muhatap olduğu bir dönemdeyiz. Yani günümüzde fakihin sırtında ciddi bir yük var. Ve bu -geçmiş zamanlardan farklı olarak- tek başına üstlenemeyeceği bir yük. Mesela geçmiş zamanda, bin sene öncesinin Bağdat’ında bir fakihin karşılaşacağı fıkhi meseleler bu kadar kompleks değildi. Günümüzde her bir konu başlı başına uzmanlık gerektiren konular haline dönüşmüş durumda. Mesela iktisat alanı uçsuz bucaksız bir âlem, tıbbi gelişmeler hakeza. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin fıkha yansıması da apayrı bir şey. Geçmiş dönemde hiç bilinmeyen yeni yeni meseleler gündemimize geldi. Organ nakli, GDO, internetten yapılan alışveriş gibi birçok örnek. Fakih bir anda bir sorunlar yumağıyla bunları kucağında buldu. Evet, fakihin sorumluluğu çok büyük ama bu tek başına altından kalkabileceği bir yük değil, tüm İslami ilimlerin ancak birlikte el ele vermesiyle ve kolektif bir çabayla ve hatta kurumsal çabalarla altından kalkılabilecek bir yük. Yani falanca zatın kendini fıkıhta çok iyi yetiştirmiş olması problemi çözmeye tek başına yetmiyor.
Yani geçmişteki gibi, bir “imam”ın veya büyük bir alimin etkisiyle sistemin dönüşümü artık mümkün değil?
Evet, bir imamın hayatın tüm problemlerine cevap verdiği bir sistem günümüzde artık mümkün değil. Mesela tıbba bakalım, günümüzde tıbbın kendi içinde göz doktoru ayrı, beyin cerrahi, dâhiliye vs. ayrı, bunların kendi içinde bile iç sınıflandırmaları var. Hukuk tamamen ihtisas alanı olmuş; ceza hukuku ayrı, devletler arası hukuk ayrı. Ve bütün bu alanların problemleri aynı zamanda fıkhın da problemleri. Şimdi tüm bunları bir fakihin cevaplaması ve sorunları çözmesi mümkün değil. Ancak ve ancak farklı uzmanlıkları olanların heyetler halinde bir araya gelinerek meselelere çözümler getirilebileceğini ben şahsen düşünüyorum.
Hocam peki bu noktada, yani günümüzdeki sorunlara çözüm ararken bakabileceğimiz bir klasik literatürümüz var bizim. Ama biz bu klasik literatürümüzü anlamlandırma noktasında sıkıntılar yaşıyoruz. Bu aşamada klasik metinleri nasıl anlamlandırıp onlardan istifade edebiliriz?
Günümüz fıkıh problemlerinde geçmiş fıkıh mirasımızla ilişki biçimimizin ne olacağı çok önemli bir soru. Ve bu konuda kafalar karışık. Farklı farklı yaklaşımlar var:
1) Klasik fıkıh mirasının, günümüz problemlerinin çözümünde hiçbir katkısı olmayacağını savunan ve tam tersine bunun bir ayak bağı olduğunu, bizi geri bırakan unsurlardan birisi olduğunu ve dolayısıyla bunlardan kurtulmamız gerektiğini savunan bir söylem var. Bu söylem zaman zaman sadece Kuran’ı kabul eden Kurancı söylem olarak karşımıza çıkıyor. Kuran İslam’ı söylemi, geçmişte Yaşar Nurilerin dillendirdiği söylem. Bazen de başka formatlarda, mesela “indirilmiş din ve uydurulmuş din” söylemi olarak karşımıza çıkıyor. “Uydurulmuş din”in içinde mesela tüm yorumlarıyla, mezhepleriyle ve tarikatlarıyla geleneği kastediyorlar. Kısaca bu görüşte olanlar günümüz fıkıh problemlerini doğrudan naslara giderek çözüyorlar. Bu nas kimi zaman sadece Kuran oluyor, kimi zaman da kendilerince meşru kabul edilen sünnet de buna dâhil ediliyor. Bu yaklaşımın modernist yaklaşım, tarihselci yaklaşım, neo-selefi yaklaşım gibi pek çok farklı tonları var. Bunlar birbirinin aynısı değil ama genel olarak geleneğin fıkıh problemlerinin çözümünde katkısı olmayacağını ileri süren bir yaklaşım.
2) Bunun tam karşısında gelenekçi yaklaşımı sonuna kadar savunan, bu geleneğin bizim bütün problemlerimizi çözebilecek kudrette olduğunu söyleyen, “Muhtaç olduğumuz kuvvet kütüphanelerimizdeki kitaplarda mevcuttur, yeter ki onlara gidelim, onları alalım, tatbik edelim. Bizim mezheplerimiz ve imamlarımız öyle büyük imamlardır ki, onların içtihatları tüm zamanların sorunlarını kuşatabilecek düzeydedir. Biz eğer bugün kötü duruma düştüysek geleneğimizi terk ettiğimiz içindir. Yapılması gereken şey geleneğe sadık kalmaktır” diyenler var. Fakat bu yaklaşımın da kendi içinde yeni meseleleri karşılayamama problemi var. Yani hayatın değiştiğini göremiyorlar. Elbette bizim imamlarımız içtihatlarıyla asırlar boyu ümmetin gidişatına yön vermiştir ama her imam kendi çağının çocuğudur. Yani kendi çağının problemleri karşısında içtihatlar üretip fetva vermiştir. Ebu Hanife’den, kıyamete kadar bütün Müslümanların problemlerini çözmesini beklemek hem Ebu Hanife’ye zulümdür, hem de günümüz Müslümanına zulümdür. Nitekim biz, “ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürünün inkâr olunamayacağını” bir genel kural olarak biliyoruz. Geçmişteki fukahâ da sadece mezhep kurucusu imamın içtihatlarıyla yetinememiş, ilerleyen süreçte pek çok mezhep içi değişimler olmuştur. Dolayısıyla, geleneğe nas muamelesi yapan, geleneğin bizim problemlerimizi doğrudan çözdüğünü savunan yaklaşım da sağlıklı bir yaklaşım değildir.
3) Bunların dışında üçüncü bir yaklaşım daha var: Geleneği kullanan, istismar eden, sömüren, telfikçi bir yaklaşım. Modern çağın getirdiği bütün dayatmaları kabul edip benimseyen ve bunu gelenekten onaylayacak bir içtihat arayan bir yaklaşım. Yani aslında geleneğe değer verdiği için değil, geniş Müslüman kamuoyu nezdinde geleneğin böyle bir meşruiyetini bildiği için, “biz de geleneğe bağlıyız” gibi bir argümanla, aslında çağın dayatması olan görüşe uygun bir görüşü bir mezhepten bularak -hatta bir mezhepten olması da önemli değil, mesela tâbiûndan falancanın görüşü olabilir, yeter ki gelenekten biri şu anda revaçta olan görüşü savunmuş olsun- hemen bunu kaynak olarak gösterip, “biz bu konuda falancanın görüşünü esas alıyoruz, o da geleneğimizin bir âlimi” gibi bir söylem kullanan yaklaşım. Fakat burada yapılan şey, aslında, geleneğe değer vermek değil, onu bir meşruiyet aracı gibi kullanmak.
Bu üç yaklaşımı da, yani geleneği yok sayan ve tasfiye eden yaklaşımı da, geleneği günümüz meselelerinin çözümünde doğrudan aktif kabul eden gelenekselci yaklaşımı da, geleneği istismar eden ve sömüren yaklaşımı da ben şahsen problemli görüyorum. Ben kendim âcizane ne yapılması gerektiği konusunda, gelenekten hareket etmekle birlikte, yani pergelin sabit ayağını oraya yaslamakla birlikte, yeni problemleri karşılama noktasında yeni şeylerin de yapılması gerektiğini düşünüyorum. Yani gelenekte örfe dayalı bütün hükümlerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini, gelenekte günün şartlarına göre verilmiş hüküm ve ilkelerin yeniden incelenmesi ve bu anlamda geleneğin tecdit edilmesinin, yani yenilenmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Yani benim yaklaşımım, tasfiyeci, takdisçi veya istismarcı bir yaklaşımdan öte tecditçi bir yaklaşım. Evet, yine geleneksiz olmaz fakat geleneği aynen alıp bugün de tekrarlamak değil, derin dondurucudan çıkarıp yeniden servis etmek değil, geleneği bu çağa hitap eder hale getirmek. Bu dediğimizi ilk soruyla bağlantılandıralım. Günümüzde fakihin üç şeyi çok iyi bilmesi lazım: 1) Günümüzün problemlerini bilmesi lazım. Günümüzü iyi tanıyacak. Günümüzü iyi tanımaktan kastımız, günümüzdeki tüm beşeri ilimleri tanıyacak; sosyolojisi, felsefesi, hukuku, bunların hepsini dâhil ederek söylüyorum. 2) Nasları iyi bilecek. Dinin bizatihi kendisi ne, onu iyi bilecek. 3) Geleneği yani bu naslar üzerine tarih içinde geliştirilmiş yorumları bilecek. Ve bunları naslarla aynileştirme gibi bir yanlışa düşmeyecek. Fakihin din ile dinî olanı, İslam ile İslami olanı ayırt etmesi lazım. İslam, Allah’ın sözü ve Peygamberimiz’in (s.a.v) sünnetidir. Âlimlerin bunlara dayalı olarak yaptığı çıkarımlar, yorumlar, teviller, kıyaslar İslami birer içtihattır fakat İslam’ın kendisi değildir. Mesela Mâide suresindeki abdestle ilgili ayet İslam’dır. Ebu Hanife’nin bunu okuyunca “abdestte tertip farz değildir” şeklinde yaptığı çıkarım İslami bir içtihattır ama İslam’ın kendisi değildir. İmam Şafii farklı bir içtihatta bulunmuş mesela. Ayet orada duruyor ama iki farklı içtihat var. Bunlar hevâî yorum değil, İslami yorumlar. İslami olmalarını sağlayan şey usule dayalı olarak yapılmış içtihatlardan oluşmalarıdır, ama bunlar İslam’ın kendisi değildir. Yani günümüzdeki fakihin İslam’ı, İslami olanı ve günümüzü iyi bilmesi lazım. Geçmişteki İslami olanı dikkate alarak, günümüz şartlarına hitap eden yeni İslami yorum, çıkarım, kıyasları yapabilmesi için bu üç şeyin farkında olması lazım. Dinin kendisi, din üzerine yapılmış yorumlar ve günümüzün şartları. Ben tabi bunların tek başına bir fakihin altından kalkabileceği bir şey olmadığını yine tekrar etmek istiyorum. Onun için kolektif bir çalışma şeklinde olması lazım. Mesela günümüzde Türkiye’de Din İşleri Yüksek Kurulu, Arap dünyasında ise iki tane oluşum var: Biri Râbıtatü’l-âlemi’l-İslâmî’ye bağlı, diğeri de Munazzamatü’l-mu’temeri’l-İslâmî yani İslam Konferansı Örgütü’ne bağlı iki tane Mecmau’l-fıkhi’l-İslâmî var. Bunlar tüm İslam ülkelerinden üyelerin katıldığı, senede birkaç toplantı yapıp yeni meseleleri tartışan kurumlar. Bu tip kuruluşların desteklenmesi gerektiğini ve yeni meselelerin ancak bu şekilde ortak akılla birlikle hareket edilirse çözüme kavuşacağını düşünüyorum. Yani tek bir kişinin bütün meseleleri kuşatamayacağı kanısındayım.
Peki hocam klasiği anlama noktasında, anlamlandırma çabamızda çevirilerin yeri ve önemi nedir?
Devamı mülakatın ikinci kısmında…