Doç. Dr. Soner Duman hocamızla yapmış olduğumuz mülakatın “Klasik eserlerin tercümesi ve ilahiyat müfredatları” konulu ikinci kısmını yayınlıyoruz. Abdullah Bardakcı, Abdüllatif Ersoy ve Memduh Erdoğan sordu.
Mülakatın “Günümüzde fakihin konumu ve klasik literatürümüzü anlamlandırmak” konulu birinci kısmı için tıklayınız.
Hocam, klasiği anlama noktasında, anlamlandırma çabamızda çevirilerin yeri ve önemi nedir?
Çeviriler hakkında geçtiğimiz günlerde TALİD’de “Türkiye’de Klasik Fıkıh Eserlerinin Tercümeleri” adlı bir makalem yayınlandı [http://www.talid.org/ozet.aspx?ID=650], orada şunu söyledim: – ki ben kendim de bu eserleri tercüme ile uğraşıyorum, bu zamana kadar 30 cilde yakın tercüme yaptım. Örneğin Muğni’l-Muhtâc’ın 20 cildinde, Mebsût’un da yaklaşık 7-8 ciltlik kısmının tercümesinde emeğim var – Bu tercümelerin hakkıyla yapılması halinde Türkiye’deki fıkıh düşüncesine çok şey katacağı kanaatindeyim.
Gönül istiyor ki ilahiyat fakültelerinden mezun olan öğrencilerimiz aldıkları Arapça eğitimiyle doğrudan klasikleri anlayabilecek seviyede olsunlar. Ama maalesef Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin sayısı yüzden fazla olmasına rağmen hepsindeki eğitim standart değil ve en üst derecedeki ilahiyat fakültelerinden mezun olan öğrencilerin bile klasik eserleri anlama oranı çok düşük. Bundan dolayı gerçekçi olmalıyız: Bir ilahiyat öğrencisi kendi Arapçası ile klasik eserleri anlayabilecek, onlarla yüzleşebilecek seviyede değil. Öyleyse bu eserleri niye tercüme ediyoruz? Çünkü “okuyacak olanlar kendi dilinden okusun” düşüncesi çok ütopik kalıyor. Bu eserler hakkıyla tercüme edilirse, mesela Mebsût’u düşünelim, Muğni’l-Muhtâc’ı düşünelim, bunları çevirerek bütün bir ilim camiasına, okuyan ve araştıran kimselerin önüne kendi başlarına yapamayacakları şeyleri sermiş oluyorsunuz. Bu, o eserin Türkçede yeniden yazılmasıyla eşdeğer bir şey. Mesela usulü düşünelim, usul alanındaki Türkiye’deki ilk tercümeler Yunus Apaydın hocanın Mustasfâ tercümesi ile Mehmet Erdoğan hocanın Şâtıbî’nin Muvâfakât tercümesidir. Şimdi bu tercümelerin yapılmasından sonra bu eserlerin okunurluğuna, makalelerde kaynak gösterilmesine bakalım, bir de bu tercümeler yapılmadan önceki duruma bakalım. Bire on artış var. Ne demek bu? Artık istifade edilmeye başlanmış, insanlar makale yazarken önceden o esere kaynak göstermede çok çekinceli davranırken, ancak bilen birisine sorarak acaba doğru mu anladım kaygısındayken, şimdi o kaygı kalmamış; doğrudan Mustasfâ’ya bakarak İmam Gazzâlî ne diyor, niye böyle diyor bunu anlamaya çalışıyor. İşte, doğrudan Şâtıbî Muvâfakât’ta ne diyor? Bunların düşünce ufuklarına kattığı çok şey var. Şâtıbî’nin kitabı çevrildikten sonra Türkiye’de son 20 yıldır, makâsıd düşüncesi, maslahat düşüncesi üzerine bir sürü tezler, makaleler yazıldı. Ancak bu eser tercüme edilmeden önce bunların hiçbirisi yoktu. İnsanlar buna cesaret edemiyordu. Tercüme edilen her bir eser, Türk okuruna, Türkçe okuyup yazabilenlere o eserle yüzleşme ve istifade etme, kendi eserlerini üretirken o eserlerden yararlanma imkânı sunuyor. Yalnız burada şuna dikkat etmek lazım: 1. Eser seçimi, 2. Tercümenin kalitesi. Yani tercüme, eseri “keşke tercüme edilmeseydi” dedirtecek şekilde mahveden, yanlış anlamalara sebep olan bir durumda olmamalı.
Ben makalemde Türkçedeki bazı tercümelerden örnekler de vererek yanlış tercümelerin nelere yol açabileceğini örneklendirmeye çalıştım. Ben de kusursuz olduğumu iddia etmiyorum. Mutlaka bizim tercümelerimizde de hatalar olabilir. Bulanlar buyursun onları da çıkartsın, biz de teşekkür edelim. Onları yeni baskılarda düzeltelim. Ama tercüme edilen her bir eser ilim dünyasında yeni bir ufuk açıyor; daha önce o eser hiç bilinmezken, kaynak olarak kullanılmazken ve çok sınırlı bir kesim tarafından dikkate alınırken sonrasında çok daha geniş bir çevreye hitap ediyor. Mesela şu anda şunun eksikliğini hissediyorum ben: Hanefilerin ciddi, geniş çaplı bir usul tercümesi yok. Bizim tercüme ettiğimiz Menâr var ama Menâr muhtasar bir metindir. Onu şerhlerinden istifade ederek tercüme ettik ama mesela bir Usûlü’s-Serahsî tercümesi olsa, bir Usûlü’l-Pezdevî tercümesi olsa ve öğrencilere biz usul-ü fıkıh dersi anlatırken “Arkadaşlar Hanefilerin icmaya nasıl baktığını görmek istiyorsanız Serahsî’den de bu konuyu bir okuyun” diyebilirdik. Ancak şu anda bunu söylememiz gerçekçi değil. Serahsî’nin Arapçasından 50 sayfayı, öğrencinin kendi Arapçasıyla okuması mümkün değil, ama Türkçesi olsa icabında 2-3 saatini vererek onu okuyabilir ve Hanefi düşüncesinde icma ne, neyi ifade ediyor, delilleri ne, türleri ne, bütün hepsini 2-3 saatte öğrenebilir.
Dolayısıyla ben bizim klasik kitaplarımızın mutlaka ve mutlaka önce eser bazında doğru seçim yapılarak, bu eser tercüme edilmeli mi, edilirse fıkıh düşüncesine ne katar noktasında bir araştırma yapıldıktan sonra sağlam bir şekilde tercüme edilmesinin önemli olduğunu ve fıkıh düşüncesinin klasiklerle ilerleyebileceğini düşünüyorum. Mesela günümüzde yazılan usul-ü fıkıh kitapları var, bu kitapların hiçbiri orijinal değil. Tamamen telfik yöntemiyle, derme-çatma ve birtakım yerlerden alınarak hazırlanmış. Bunlar içinde en iyisi İbrahim Kafi Dönmez hocamızın tercüme ettiği Zekiyüddin Şaban’ın Usûlü’l-fıkhi’l-İslâmî adlı eseri. Ama bununla birlikte Zekiyüddin Şaban’ın eseri de dâhil olmak üzere hiçbir çağdaş dönem usul eseri, usul düşüncesini yansıtmaz. Hiçbirisi bir İmam Gazzâlî’nin Mustasfâ’sının, İmam Serahsî’nin Usûl’ünün yapacağı etkiyi yapamaz. O yüzden ben fıkıh düşüncesinin gelişmesi için önce elimizdeki klasik eserlerin ciddi bir şekilde, arkasında kurumsal destek de olarak -Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı da olabilir, İSAM da olabilir- arkasında devletin de durduğu ciddi projelerle yanlışsız bir şekilde tercüme edilmesi ve bütün ilahiyat camiasına, Diyanet camiasına mâl olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biz şu anda biz geleneği bilmeden el yordamıyla çalışıyoruz, birçok konu 1200 senedir konuşulmuş olmasına rağmen onlardan haberimiz olmaksızın, sanki Amerika’yı yeniden keşfediyoruz. Mesela Mutezile diyoruz. Ebu’l-Hüseyin el-Basrî’nin yazdığı Mutezile fıkıh usulü eseri elimizde. Keşke tercümesi olsa da Mutezile’yi oradan görsek, kör dövüşü yapmasak. Ben şahsen bunun önemli olduğunu ve fıkıh düşüncesinin gelişmesi için zorunlu olduğunu düşünüyorum.
Tercüme için uygun eseri seçerken nasıl bir yöntem izlemeliyiz?
Uygun eserle ilgili kıstaslar şunlardır:
- Mezhep içindeki ağırlığının/temsil gücünün yüksek olması. Mezhep içinde öyle bir eser vardır ki, baktığın zaman güzeldir ama o mezhepteki ulemanın muteber saydığı, sürekli kendisinden bahsettiği, referansta bulunduğu bir eser değildir. Çevrilecek olan eser böyle bir eser değil, mezhep içinde ağırlığı olan, fetvaya esas alınmış ve sürekli kaynak gösterilmiş bir eser olmalı. Hanefi mezhebinde buna Bedâiu’s-sanâi ile Hidâye gösterilebilir.
- Eserin Arapçasının tahkik edilmiş olması. Mesela biz Mebsût’u tercüme ettik, Mebsût’un biz tercüme ederken bir baskısı vardı. Sonradan bir baskısı daha çıktı. Her iki baskısı da tahkikli değil. Her sayfasında, mübalağasız söylüyorum, en az 20-30 hata var. Biz bunları sonradan üç yazma ile karşılaştırdık. Bu hataları gördük, hem de vahim hatalar. Keşke Mebsût tercüme edilmeden önce adamakıllı bir şekilde, yazma eserlerden bakılarak tahkik edilseydi, doğru bir metin ortaya çıksaydı da onun üzerine tercümeyi yapsaydık. Yani, yanlış bir metinden hareketle doğru bir tercüme yapamazsınız. Çünkü mütercim önündeki metni tercüme etmeye çalışıyor ancak görüyor ki o kelime yanlışmış, orada bir cümle eksikmiş. Her sayfada ne hatalar var!
- Eserin, okuyucunun beklentilerini karşılaması. Öyle eserler var ki okuyucuya katkı sunma noktasında zayıftır, sadece üst düzey çalışma içindir. Mesela Hanefilerin en önemli eserlerinden biridir, İbn Abidin’in Reddu’l-muhtâr’ı. Fakat bunun muhatap kitlesi halk değildir. Çünkü İbn Abidin orada kendisine kadar gelen bütün mezhep birikimini harmanlayarak buradan sonuç çıkarmaya çalışır. Eserde yüzlerce kitap ve âlim adı geçer. O eseri halktan birisi bir sayfadan fazla okuyamaz, sıkılır. Bir konuyu araştırıyor, mesela filanca şey abdesti bozar mı? O bunu dedi, bu buna şöyle itiraz etti, bu falan ibareyi şöyle yorumladı… Bir türlü sonuçta ne çıktığını anlayamazsınız. Çünkü konu odaklı değildir. Orada İbn Abidin’in yapmaya çalıştığı şey bir konu hakkında kendi dönemine gelinceye kadar mezhebin bütün saygın uleması ne dedi, sonuçta ne olması gerekir gibi sorulara odaklanmak. Dolayısıyla eserin zatı değerli olabilir, ancak bu eser okuyucuya ne katar, ona hitap ediyor mu, bunu da dikkate almak lazım. Bu açıdan bakıldığında mesela Bedâi, Hanefi fıkhının mutlaka tercüme edilmesi gereken, insanların fıkıh melekesini zenginleştirecek bir eser. Şafii fıkhında da el-Mühezzeb Bunlar insanlara fıkıh öğreten, yöntem öğreten eserler. Yani, eserin mezhep içindeki ağırlığı, hitap ettiği kitle, bizim ihtiyaçlarımızı ne kadar karşılıyor, güzel tahkikli bir baskısı var mı; bütün bunlar eser seçiminde önemli sorular.
Hocam, Bedâi ile el-Mühezzeb dediniz. Bunlar dışında çevrilmesini gerekli gördüğünüz hangi eserler var?
Pek çok eser var tabi. Şu anda Ferhat Koca hoca, Çorum İlahiyattan, bir proje başlattı. Kırk tane Hanefi usul eseri kronolojik olarak ilk Cessâs’tan başlayarak tercüme edilmesi için çeşitli hocalara dağıtıldı. Bana ve burada bir arkadaşıma Serahsî’nin Usûl’ünü verdi. Onu tercüme edeceğiz. Bu proje gerçekleşirse, kaç yılda biter bilmiyorum ama toplamda 50-100 cilt kadar Hanefi usul eseri tercüme edilmiş olacak. Hanefilerin füru fıkıh konusunda da tercüme edilmesi gereken birçok eser var. Mesela tercüme edilmişlerden yola çıkalım. Fetâvâ-yı Hindiyye. Bu eser de çok kıymetli bir eser olmasına rağmen kanaatimce tercüme edilmesi çok uygun değil. Çünkü Hint bölgesi ulemasının bütün Hanefi füru-u fıkıh eserlerinden derledikleri fetvalardan oluşan ve fıkıh bablarına göre tertip edilmiş bir eser. Ama eserde deliller yok. 6 cilt eserin aslı, Türkçeye 16-17 cilt olarak tercüme edildi. Mesela 16 cilt kitabı okuyup da abdesti şu bozuyormuş ancak neden bozuyor sorusunun hiç cevabını alamadığımızı görüyoruz. Çünkü eserin asıl amacı o konudaki hükmü netleştirmek, deliller meselesine girmiyor. Burada eserin sistematik yapısı da çok önemli. Mebsût, İmam Serahsî’nin hapishanede olduğu zamanda kuyuda öğrencilerine imla yoluyla yazdırdığı bir eser. Yazıldığı şartlar itibariyle tertip ve tasniften yoksun. Bedâiü’s-sanâi bununla kıyas kabul etmez. İç dizayn, konuların birbiriyle bağlantısı, tasnif, sistematik; her şey mükemmel. Dolayısıyla eserin kendisinin iyi olması da bazen yetmiyor, sistematik yapısının da iyi olması beklenir. Hanefilerde tercüme edilmesi gereken Fethu bâbi’l-‘inâye, Tuhfetu’l-fukahâ, İbn Nüceym’in el-Bahru’r-râik eseri gibi pek çok eser var. Şahsen bunların kaliteli bir şekilde tercüme edilmesi halinde fıkıh düşüncesini çok geliştireceğini düşünüyorum.
Az önce de belirli kriterlerden bahsettiniz ama bazı tercümeler için -mesela Mebsût- sadece alanın insanlarına hitap eden ihtisas eserleri olduğu için bazı kesimler tarafından tercüme edilmeleri yanlış görülüyor. Siz bu konuda ne diyorsunuz?
Evet, sadece ehline hitap edecek eserlerin tercüme edilmesi çok doğru değil. İşte bu eser seçimine dikkat edilmesi gerekir ama bazen ehli için bile, öyle eserler var ki demir leblebi ifadeleri var, mesela ehlinin bile anlayıp anlamadığı konusunda yeterince emin olamadığınız eserler olabiliyor.
Biraz önce zikrettiğim yani fıkıh düşüncesine katkı sağlıyorsa, sistematik bir yapıya sahip ise yani mezhep içinde ağırlığı varsa, güzel ve tahkikli bir baskısı varsa, kime hitap edip etmediği konusundan ziyade bu dört kıstası esas almanın daha doğru olduğunu düşünüyorum şahsen.
Peki hocam ilahiyat müfredatlarının klasik eserlerle yüzleştirilmesinde nasıl bir yöntem izlenebilir? Tercümeler yoluyla bunun zaten sağlanacağı kanaatindesiniz ama müfredata dâhil edilmesi hususunda ne düşünüyorsunuz?
İlahiyat müfredatı ile ilgili geçen sene bir çalıştay yapılmıştı. İSAV’ın “Kelam ve İslam Hukukunda İçerik Sorunları” diye bir çalışma vardı, burada ben de vardım, ben de bu konuda kanaatlerimi belirttim. Şimdi, ilahiyat müfredatında fıkıh eğitimi konusunda iki açmazın içindeyiz: 1. Ders sayımızın sınırlı olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Fıkıh dediğimiz şey öyle uçsuz bucaksız bir şey ki, ibadetler, muamelat, ceza hukuku vs. Bir fıkıh öğretimini tamamen günümüz hukukunu baz alarak adını da İslam Hukuku koyarak, işte İslam Borçlar Hukuku, İslam Eşya Hukuku, İslam Anayasa Hukuku, İslam İdare Hukuku gibi tamamen günümüzde var olan hukuk sistemindeki isimlendirme ve tasnifini dikkate alarak fıkhı bunu uyarlayarak vermenin -Hayrettin Karaman hocamızın Mukayeseli İslam Hukuku tamamen bu minval üzere 3 cilt olarak yazılmış, bunun daha sonra özeti mahiyetinde Ana Hatlarıyla İslam Hukuku da aynı mahiyette- kuşkusuz birtakım avantajları var. Bir kere fıkıh öğretimini kolaylaştırıyor, daha üst boyuttan fıkha bakma, günümüz hukukuyla mukayese etme gibi birtakım avantajları var ama fıkhı kendi bağlamından ve sistematik yapısından koparma, kendi kavramlarına yabancılaştırma ve klasik fıkıhtan tamamen uzaklaşma gibi birtakım dezavantajları da var.
Tamamen klasiğe yönelsek bu sefer de günümüze hitap etme sıkıntısı ortaya çıkacak. Mesela bir Hanefi fıkıh kitabından kitâbü’l-büyûʿ (alım-satımlar kitabı) okurken şu anda günümüze hiç hitap etmeyen (mesela bir buğday yığını satarken, ya da bir köle satın alırken ve satarken nelere dikkat edileceği ile ilgili) konularda günden kopma durumu söz konusu olabiliyor. Tamamen günümüz hukuku formatında verdiğin zaman da sanki hukuk okuyormuşsun, fıkıh okumuyormuşsun gibi bir izlenim oluyor. Burada orta yolu nasıl buluruz meselesi çok ciddi bir konu. Bu fıkıh tercümeleri hocalar açısından belki derste doğrudan müfredatın bir parçası kılınma şeklinde değil ama mutlaka ödev verme ya da yönlendirme şeklinde kullanılmalı. Bunların okunmasını sağlama hem klasik fıkıhla hem de günümüzle bağlantıyı koparmadan yapılmalı. Benim şahsi kanaatim günümüz hukukunu baz alarak fıkhı vermenin doğru olmadığı yönünde. Bunun yerine 1900’lü yılların başında Mısır’daki ulemanın, Muhammed Ebu Zehra’nın, Zerkâ’nın, Muhammed Yusuf Musa’nın yaptığı gibi fıkhın nazariyeler şeklinde (mesela akit nazariyesi, ehliyet nazariyesi, mülkiyet nazariyesi şeklinde), bugünkü tamamen hukuk formatında değil ama tamamen klasik hukuk formatında da değil, üst bakış yapılmış olarak vermenin doğru olduğunu düşünüyorum. Bütün akit ile ilgili fıkıh kitaplarındaki dağınık malzeme toplanmış ve bir teori kurulmuş, ne tamamen günümüz hukukuna angaje olup onun gölgesinde kalma tehlikesi var ne de tamamen klasiğe dönüp günümüzde hiç hitap edememe sıkıntısı var. Ben bu şekilde fıkhın nazariyeler şeklinde ele alınmasının, tercümeler, göndermeler, ödevlendirmeler vesaire yoluyla bir şekilde öğrencinin bunlarla bağının korumasının daha isabetli olduğunu düşünüyorum. Bir de şu var ki siz öğrenciyi ne kadar zorlarsanız zorlayın öğrenci kendi isteğiyle klasik fıkha ancak bir merakı varsa yönelir. Mesela Mebsût tercüme edilmiş, okulumuzun kütüphanesinde var. Biz derslerde işlerken sürekli bahsediyor hoca, “arkadaşlar gidin, o kitabı bir görün bir bakın, en azından bir konusunu okuyun, ne diyor nasıl bir yöntem izlemiş” diyor. Ama sonrasında diyelim ki 50 kişilik bir sınıfta “arkadaşlar gidip baktınız mı herhangi bir inceleme yaptınız mı” diye sorduğu zaman üç-beş kişi bile çıkmıyor. Yani öğrenci içten gelen bir merak ile anca bunu yapabilir zorlama yoluyla çok olmaz.
Mesela bizim programda şu şekilde hocam: Fıkıh dersinde hem Muhtasaru’l-Kudûrî: Münâkehât dersimiz oldu hem de “fıkhu’l-ahvali’ş-şahsiyye” diye bir dersimiz oldu. Yani iki tane fıkıh dersi vardı; birinde Mehmet Boynukalın hoca ile modern dönemde aile hukukunu ve Akif Aydın’ın Osmanlı Aile Hukuku kitabını baz alarak biraz da Osmanlı aile hukukunu işledik, Kudûrî’yi ise başka bir derste Eyyüp Said Kaya hoca ile okuduk. Yani bir dönemde iki tane münâkehât dersi görmüş olduk. Bir tanesini Kudûrî’den istifade ile okumuş olduk. Önümüzdeki dönem de muâmelât için bunu uygulayacağız inşallah.
Hem klasiği görme hem de moderni görme açısından çok güzel olmuş. Güzel bir sistem uygulamışsınız. Keşke fıkhın tüm alanlarında da bunu uygulayabilsek.