14 Kasım 1944 Ahıska sürgününe tanıklık edenlerden biri de Satut Nene. 85 yaşında ve 60 küsur torunu var. Artık yaşlılıktan elleri titrese de gözleri hala pasparlak bakıyor. Kendisinden bize Ahıska sürgününü ve yaşadıkları süreci anlatmasını istedik, o anlattı biz de dinledik. Sözlü tarih kapsamında değerlendirilebilecek bu mülakatı Hümeyra Hacer Ocakzade ve Safiye Nur Gültekin yaptı.
Bize Gürcistan’daki hayatınızı ve Gürcistan’dan nasıl ayrıldığınızı anlatır mısınız?
Ben Gürcistan’da sekiz yaşıma kadar yaşadım. Sekiz yaşında sürüldüm oradan Rusya savaştığı için.
Gürcistan’da yaşarken bizim çok güzel bir hayatımız vardı. Babamla annem sebze yetiştiriyordu, tarlalara gidip buğday toplayıp onlardan un yapıyorduk, annem ekmek pişiriyordu. Ben sekiz yaşındaydım, Türkiye’de savaş çıkmıştı. Türkiye’ye gitsin diye bizden de gelip asker topladılar. Babam da o zaman askere gitti.
Ben sekiz yaşındayım, okula başlamak üzereydim. Ama başlayamadan savaş çıktı, büyük kardeşlerimin okulları yarıda kaldı. Küçük kardeşim Kadir de altı yaşındaydı.
1941’de savaş başladı ve beş yıl sürdü. O zamanlar benim babam Türkiye’de askerde mevzi kazıyordu, savaşırken saklanmak için.
Babam hala Türkiye’deydi, bir gün Rus askerler anneme dedi ki: Beş gün size mühlet veriyoruz. Senin kocanın adı belgelerde yazıyor, kocan Hüseyin oğlu Mürtez, Türkiye’de savaşıyormuş. Beş gün içinde her şeyini toplayacaksın ve Özbekistan’a göndereceğiz sizi.
Daha o gün ikindi vaktiydi, evimizin önüne üstü açık bir makine geldi, vagonlu. Eve girdiler ve gönlüyle çıkanı gönlüyle, istemeyeni zorla evden çıkardılar. Çıkmazsa vuruyorlardı, ya da sürükleyerek çıkarıyorlardı. O zaman benim küçük kardeşim ağlamaya başladı. Babam yok ki, ben babam olmadan bir yere gitmem diye. Ona tekme attılar ve onu da vagonun içine attılar. Bütün köydeki evleri dolaşıp boşaltıyorlardı, beş gün mühlet vermişlerdi toplanalım diye ama hiç beklemediler. O gün geldiler. Annem arabanın içindeyken bana dedi ki, “yanımızda hiçbir şey yok, kızım sen vagondan in de evdeki sandığın içinden biraz un getir. Yoksa aç kalırız…”Zaten bir ay biz o vagonlarda aç geldik. Bir ay boyunca hayvan taşınan vagonlarda hiç yemek yiyemedik.
Neyse. Annem in deyince ben indim ama kız kardeşim Bergüzar çok korktu, ağlamaya başladı. Ölürsün gitme abla, seni öldürürler deyince, annem dedi ki madem öyle dur da ben ineyim sen kardeşlerine bak. Zaten öldürürlerse de beni öldürsünler. Ben zaten ölmüşüm, şimdi beş çocukla ne yaparım?
Annem tam gitti, gizli gizli eve girdi de sandıktan un alacak. Biz de vagondan bakıyoruz. Ama annemi Rus askeri gördü. Tam annem sandığı açmıştı ki, Rus askeri sandığın kapağına vurunca annemin elleri içinde kaldı, annem geldi vagona çıktı ki parmakları yok.
Ben o zaman sekiz yaşındayım, annemi öyle görünce kızdım. Biraz sonra vagondan atladım, çok bir şey anlamazdım, küçüğüm ama ben kardeşlerimin arasında şeytan akıllıydım, aklım ererdi. İndim bir güveç yoğurt buldum, hemen onu alıp vagona geri döndüm. Çocuklara yedirdim.
Güz mevsimiydi, November ayındaydık. Siz ne diyorsunuz, Kasım ayı. Vagonun içinde gidiyoruz. Ama vagon bir günde durmuyor, yol üstündeki köylerden geçerek gidiyoruz. Arada pencereden bakıyoruz ki köyler boşalmış. Köydeki insanları geceleyin sürmüşler, ya da öldürmüşler. Ekmek yaptığımız (fırın gibi) bir yer vardı, mısır unundan yoğurduğumuz hamurlarla ekmek yapardık. O ekmekler çok lezzetli olurdu, öyle yağlı yapardık ki ağzında dağılırdı. İşte askerler ekmek yaptığımız yerleri de yakmışlardı. Ama ben durduğumuz bir vakit, hemen inip orada üstü bezle örtülmüş bir tavanın içinde kalan ekmeklerden bir tane kaçırdım. Bindim tekrar vagona, vagonda herkes aç susuz perişan olmuş. Ekmekleri kardeşlerimle yedik. Bazen vagonda açlıktan ölenler oluyordu. Rus askerleri de vagonun penceresinden alıp atıyorlardı.
Bir aya yakın böyle yol gittik. Bizden önceki köyleri de hep götürmüşlerdi. En son bizim köy kalmıştı. Yolda giderken bir an vagon durdu. Askerler içeri girdi, yorganların arasını aramaya başladılar. Bakıyorlar ki kim ölmüş onu vagondan aşağı atsınlar.
Benim bir Elmas ablam vardı. Onun kocası Karslıydı. Kocasının dedeleri Kars’ın sedir sahibi insanlarından. Yani büyüklerinden. İşte Elmas ablam gebeydi, ikizleri doğmuştu ama doğarken biri öldü. Biz de kendimiz ölen bebeği gömelim diye yorganın altına sakladık. Askerler yorganın altında o bebeği buldular. Başka birinin ninesi ölmüştü, onu da aldılar. Bir tane anne ölmüştü, birinin oğlu ölmüştü hepsini çalıp aldılar vagondan. Kaç ay yol geldik. Dura dura geliyorduk. Ama askerler bize bir lokma yemek vermediler. Bu böyle bir müddet devam etti. Bizim vagonlar Kazakistan’da istasyonda durdular. Ölenleri vagondan attılar, kalanları da indirdiler.
Kazakistan’a geldik. Ben de vagonun penceresinden dışarı bakıyorum. Yerde uçaklar var, tanklar var. Hani 15 Temmuz’da Türkiye’ye geldi ya işte o tanklardan. Vagondan inenleri ezdiler, inmeyenleri de döktüler. Tanklar orada da bizi ezdi, yarımızı da orada kaybettik. Orada indiğimiz yerde pamuk tarlaları vardı. Ama pamukları toplanmış. Biz onların yeşil yapraklarını görünce koşup yolmaya başladık, ama altından bir şey çıkmıyor. Zannetmiştik ki altından patates çıkacak, yoluyoruz yoluyoruz hiçbir şey çıkmıyor. Pamukla da orada tanıştık. Sonra Kazakistan’dan geçip Özbekistan’a vardık. Biz Özbekistan’a vardığımızda arefe günüydü. O günlere de şükür Allah’ım, yaratana kurban neler gösterdi benim bu gözlerime. Mübarek arefe günüydü, büyük bir pazar kurulmuştu. Meydanda pazar vardı, bizi o pazara bıraktılar. Artık orada kurulacaktık.
Babaları olanlar hemen oradan ayrılıp kendilerine ev buldular. Ama benim babam yok ki, bize kim ev yapacak? O yüzden bizi alıp yüksek idareye götürdüler. Mahkeme gibi bir yer. Oranın bir evine bizi yerleştirdiler. Dört kız kardeş, bir oğlan bir de anne. Orada biz kamış topluyorduk, çok soğuktu, kamışları ateşe atıyorduk, onunla ısınmaya çalışıyorduk. O zaman erkek kardeşim ağlıyordu. “Ana babamı çağır, babam nerede ana, babam gelsin” diye. Sabaha kadar ağlıyordu. (kendisi de ağlıyor)
Sabah olunca çıkıyorduk tarlalara. Nereden traktör geçtiyse bakıyorduk, belki biraz patates kalmıştır diye. Onları topluyorduk. Yeni gelmişiz Özbekistan’a, açız, işimiz yok. İstiyoruz ki yemek bulalım da yiyelim. Ama bizi kapalı tutuyorlardı, evden dışarı çıkmamıza ilk başta izin vermemişlerdi. Yine de Özbekler iyi insanlar, Müslümanlar, onların ölüsüne dirisine rahmet, bize çok yardım ettiler. Biz zaman zaman açlıktan ot da yedik, ben annemden izin alıp idareye gittim, onlardan ekmek de istedim. Dedim ki, “kırık ekmekleri atmayın da bize verin. Küflendiyse de oralarını atarım kardeşlerime veririm.”
Savaşın üstünden altı yıl geçmişti. Annemi her gün döve döve orakla ot biçsin diye tarlalara götürüyorlardı. Ben de o yüzden kardeşlerime bakmaya çalışıyordum. Bir gün kardeşim, meydandaki pazarın orda Lenin’in heykeli vardı. Orada beni beklerken uyuyakalmış. Bu yüzden sarılık oldu. 12 yaşındaydı o zaman, sarılıktan ölüverdi. O kadar fakirdik ki, bir teknemiz bile yoktu onu yıkayacağımız. Bir tane güğümümüz vardı, su içiyorduk, onu da çalmışlardı. Ben de sinirlendim, kardeşim için. Hemen ayaklandım, başkasından güğüm çalmaya gittim. Büyük kız kardeşim dedi ki, sakın çalma seni öldürürler.
Ben de baktım olmayacak, hem de açız. Annemin altınları vardı. Beşi bir yerde kolyenin altınları. Ben de onları aldım, her gün birini götürdüm bir tane yufka ekmeği aldım. İncecik ekmek, böyle bakınca arkası gözüküyordu. Bir tane de un eleğimiz vardı, onu da götürdüm zaten annem evde yok, kardeşlerim yine evde aç, diğer büyük bacılarım da korkudan evden çıkamıyor o yüzden bir tek ben çıkıyorum yemek bulmaya. Bir gün de eleği verdim, yine bir tane ekmek aldım bir kadından. Ekmeği yerken, Gürcistan’daki günlerimizi hatırlardık, ne güzeldi, o zaman annem fırında kendi ekmeğimizi pişirirdi. Her gün dört somun ekmek pişiriyordu. Annemle babam birlikte yoğuruyorlardı, sonra fırına atıyorlardı. Bir gün bir kaynana gelinini getirdi, gelin de iki canlı, ben de o kıza hem mani okudum, hem de bebeğin bütün bütün çıksın diye dua ettim, bana yemek verdiler, para verdiler. İşte böyle yaşayıp gittim. Sonra ot taşımaya başladım. O otları hastalara götürüyordum, onlar da bana biraz çorba, dört tane de halka ekmek veriyorlardı.
Özbekler sonra baktılar ki Ahıskalılar adam yiyenler değil. Meğer onlara öyle söylemişler, bunlar adam yiyor demişler. Bir komşumuz kavun ekiyordu, o beni gördü de dedi ki, bu ne akıllı kızdır, beni kendine kız etti. O kadın iki heybeyi eşeğine asıyordu, kavunu karpuzu topluyordu ben de pazara götürüyordum, eşine veriyordum ki satsın. Özbekler baktı ki, biz adam yemiyoruz, hem de çok çalışkanız, aynı juklar gibi (Juk, patatesi yiyen bir böcekmiş, Özbekler Ahıskalılara juklar geldi diyormuş). Sonra bizi sevmeye başladılar.
Peki sonradan Özbekistan’dan da ayrılmak zorunda kalmışsınız, bu nasıl oldu? Fergana Vadisi’nde yaşanan olayları hatırlıyor musunuz?
Özbekistan’dan sonra, Rusya’nın bir köyüne geldik. Ayrıldık Özbekistan’dan, çünkü bizi bir gün pazarda korkuttular, çekişme oldu, savaş oldu ki bizi korkutsunlar biz de gidelim. Dediler ki, Türkler burada yaşamaya başlayınca Özbekler aç kalmışlar. Neyse (konuşmak istemiyor).
Biz gidelim diye duvarlara kötü sözler yazdılar, hamamların pencerelerine, kapılarına yazdılar, Türk’e sövdüler buradan gidin diye. Atlarla Ruslar gece geliyorlardı, Özbek oğlanlara bir şey içiriyorlardı diyorlardı ki “git onların pencerelerini kır, pazarda sattıklarını dağıt” bir şekilde bize zarar veriyorlardı. O ilaç onları uyutuyordu. Sonra çekişmeler oldu, kavgalar oldu, silahla çatıştılar. Ben Özbekistan’da 46 yıl yaşadım. Orada evlendim, çocuklarım büyüdü, onları da evlendirdim. Artık oldum ki Özbekistan’ın minister’ı. Ama bu çekişmeden sonra orada da yaşamayınca Rusya’ya geri dönmek zorunda kaldık. Müslüman memleketten Rusya’nın bir şehrine Krasnodar’a. Çekişmeden sonra kamyonlarımıza bindik. Bazı akrabalarımız Kazakistan’a gitti. Azerbaycan’ın başkanı bizi çağırdı, kapılarını açtı. Bakü’de Ahıskalıları karşıladılar. Kimin gücü nereye gitmeye yeterse oraya gitti. Biz de Krasnodar’a geldik. Rusya’da.
Rusya’da bize yine gün göstermediler. Bir gün Amerika’dan delegeler geldi. Bize baktılar, araştırdılar, hakkımızda yazdılar. Baktılar ki, biz domates ekiyoruz, salatalık ekiyoruz. Ama bizim sebzelerimiz Amerika’daki gibi değil, içi dolu dolu, güzel, lezzetli. Amerikalılar bir ay kaldılar yanımızda, gördüler nasıl yaşadığımızı, oturuşumuzu kalkışımızı gördüler. Sonra bizi beğendiler de dediler ki, biz bu Türkleri alıyoruz. Biz de Amerika’ya geldik. Rusya’da on altı yıl yaşamıştık. Ama orada her şeyimizi kendimiz üretiyorduk. Her yere yeşillik ekiyordum, çiçekliyken sebzeler satıyordum. Annem de Krasnodar’da öldü, annemi de orada bıraktık. Eşim de orada öldü.
Amerika’ya nasıl geldiniz?
Amerika’ya gelmeden önce evlerimizi ucuza satmıştık, paramız olmuştu. Amerika’ya gelirken eskisi gibi kötü zor gelmedik, oğlum arabanın arkasına kasa taktı, onunla yolculuk yaptık. Gelince de burada güzel evlere geldik. Ama o evleri alabilmek için çok çalışmamız gerekiyordu, kötü söz etmeyeceksin, çocuğunu bile dövmeyeceksin. Zaten Amerikalılar da bizi terbiyeli, düzenli olduğumuz için almak istemişlerdi. Bizi rençper olalım diye çağırmışlardı. Amerika’ya gelince ilk Washington’a yerleştik, orada 4 yıl yaşadık. Sonra da Dayton’a taşındık. On yıldır da buradayız. Biz Amerika’ya geldik ama mesela benim kızım Özbekistan’dan Kazakistan’a gitmişti. Oradan da Türkiye’ye geçti, İzmir’de yaşıyor şimdi. Dayton’a gelince de eski evleri, ninelerin terk ettiği evleri çok ucuz paraya aldık. Sonra oğlum çimento aldı, kum ve taş taşıdı, evlerimizi inşa etti. İki gelinim vardı, biri Özbek biri Krasnodar’dan. Onlara da ev yaptılar.
Bu süreç içinde babanızdan hiç haber aldınız mı? Babanız savaştan döndü mü?
Biz Özbekistan’da biraz rahatlamıştık, Özbekistan’dan ayrılmadan önceki son senelerimizde, artık kolay yaşıyorduk ki babam o zaman geldi. Ama Özbekistan’da da babam, dut ağacından odun kesmiş de eve getirdi yakıp ısınalım diye. Ama orada dut ağacı kesmek yasaktı, çünkü onunla ipek yapıyorlar. İpek böceği üretiyorlardı, onlardan da ipek üretiyorlardı. Ben Gürcistan’da da görmüştüm ipek böceğini. O yüzden babamı hapse attılar. Sonra babam biz daha Özbekistan’da yaşarken öldü, mezarı da orada şimdi. Toytepe, Taşkent’te.
Peki siz, neden Amerika’ya gitmek yerine Türkiye’ye gelmediniz?
Erdoğan’dan evvelki başkan bizi almadı. Benim kızlarım, kayınım sonradan Türkiye’ye gittiler. Biz ise Amerika’ya yerleşmiştik. Ama biz Amerika’ya gelmeden önce Amerikalılar bir kızımı da almadı, onun için o Krasnodar’da yaşamaya devam etti, sonra Türkiye aldı onu.
Son olarak, biz gençlere söylemek istediğiniz bir nasihatiniz var mı teyzeciğim?
Kızlarım, insanoğlu hep kavuşur. Eğer ölmezsem ben sizi yine bir yerde bulurum, kavuşuruz.
(Dua ediyor)
Allah her birimize hayırlı ömürler versin, bu sofralarımız bütün ölülerimizin önünde cennet sofrası olsun, gelmiş geçmiş kimimiz varsa hepsine ikram olsun. Çaylarımız cennet şerbeti olsun. Allah’ım buraya gelen ayaklarınızı Kabe’ye götürsün. Benim gibi dallı budaklı olun, benim gördüğüm gibi güzel günler görün ama kötü günler görmeyin.
Karanlık gecenin nasıl ki gündüzü var, siz de dertlerinizden öyle kurtulup sevinesiniz. Benim gibi kuvvetli güçlü kızlar olun. Nesilleriniz dallı budaklı olsun. Benim gibi güzel yerlere göçesiniz. Allah sizin karşınıza iyi kısmetler çıkarsın. Annenizi babanızı atanızı iyi etsin, aranızı bozmasın.
Türkiye’ye de, Erdoğan’a da, Demirel’e de Allah hayırlar versin. Erdoğan’a uzun ömürler versin, bize şimdi sahiplik ediyor ya, işte Allah onu her iyiliğe doyursun, ayağı taşa değmesin, yeri göğü yaratan Allah’ım, Erdoğan’ın atı yüğrük olsun, kılıcı gök girsin, sözü ondan da keskin olsun. Mübarek Allah, Türkiye’deki yavrularıma onu hep baş etsin, bütün yeryüzündeki şenliklerde yemek veriyor ya, ona da Allah cennette evler, yemekler doldursun. Ölülerinin mekânı da cennet olsun. Mekanları pür-nur olsun.
Siz de geldiniz buraya kadar, ayaklarınız Kabe’ye gitsin, ayağınıza taş değmesin. Mübarek Allah benim gibi sekiz tane kız versin, on tane oğlan versin, hepsine de gelin göstersin. Yetmiş tane de torun versin. Yeri göğü yaratan Allah, sizi böyle hep allı yeşilli etsin, nasıl kapılarda güller açılıyor, siz de bu dünyada güller gibi açılın inşallah. Gülün ömrü azdır, sizin ömrünüz çok olsun. Geldiniz ya ayaklarınız taşa değmesin, güçlü kuvvetli olun, her daim önünüzde sofralar serili olsun.
(En son, size Özbekistan’da okuduğum bir maniiyi okuyayım diyor)
“Bu dağlar bizim olsa, etrafı üzüm olsa
Yar uykusu gelen de yastığı dizim olsa”
*Hümeyra Hacer Ocakzade ve Safiye Nur Gültekin sordu.
Yııllar geçmesine rağmen hatıraları hala canlı geçirdiği travmalara rağmen heyecanını kaybetmemiş.
Bu yazıyı bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz .
BeğenBeğen