Genel Mülakat

“Suriyeliler, Suriye’ye komşu ülkelerin hiçbirinden, Türkiye’den gördükleri cömertliği görmemişlerdir.”

Türkiye’de ders veren Suriyeli hocalarımızı tanıtmaya devam ediyoruz. Muhammed Mucîr el-Hatîb hocamızla Türkiye’ye gelişi ve İslami ilimler tahsili üzerine konuştuk. Abdullah Bardakçı ve Rıdvan Talha Yücedağ sordu.

 

Hocam, sizi tanımamız mümkün mü?

İsmim Muhammed Mucîr b. Muhammed Ebi’l-Ferec el-Hatîb el-Hasenî. 1971 yılında Şam’da doğdum. Babam, Şam’ın meşhur âlimlerinden biriydi ve içinden birçok âlimin çıktığı meşhur bir aileye mensuptu. Allah’a hamdolsun ki böyle bir çevrede büyüdüm. Babam ben 16 yaşındayken vefat etti. Eğitim hayatıma gelince, liseyi bir devlet okulunda okudum, daha sonra Medine-i Münevvere’de üniversite tahsilimi bitirdim. Medine’de üniversite eğitimimi bitirdikten sonra Şam’a dönüp yüksek lisans ve doktoramı tamamladım. 1998’den beri de ders veriyorum. Daha sonra Suriye’deki olaylar meydana geldi, bundan dolayı 2012 yılının sonlarında Şam’dan ayrılıp Türkiye’ye geldim. Şu anda burada bazı kurumlarda dersler veriyorum.

Şam’da İslamî ilimler eğitimi nasıldır, biraz bahseder misiniz?

Aslında pek çok eğitim yöntemi mevcut. Bunlardan biri öğrencinin kendi kendini geliştirmesi, kendi çabaları ve çalışmalarıyla İslamî ilimleri öğrenmesidir ki ben de bu yolu tuttum. İslamî ilimler eğitim yöntemlerinden bir diğeri ise devlet okullarında okumaktır; ya şer’î eğitim veren enstitülere gidilir, ya da üniversitelerden İslami ilimler eğitimi tahsil edilir. Mesela bir çocuk küçüklüğünden itibaren bir kursa verilir ve burada şer’î eğitimini tamamlar. Ben herhangi bir şer’î ilimler eğitimi veren bir enstitüye veya medreseye gitmedim; normal bir liseye gittim. Fakat şahsi olarak şer’î ilimlere ve hadis-i nebeviye ilgim vardı. Yani bu ilimlere karşı içimde bir istek vardı, kimse beni zorlamadı. Bana kalırsa bu yöntem diğerinden çok daha etkili ve verimli. Çünkü bu yöntemde kişi, İslamî ilimlere daha fazla ihtimam gösteriyor. Fakat diğer yöntem insanlar tarafından daha çok tercih ediliyor.

Hocam sizin seçtiğiniz yöntem nasıldı? Sizi eğitecek hocaları nasıl buldunuz?

Ben ilk eğitimimi ailemden aldım. Yani babam –Allah ona rahmet etsin- benim ilk hocamdı. Bir babanın oğluna olan hocalığı tabii ki okuma/okutma şeklinde olmaz. Ben babamla birlikte, o nereye giderse gidiyor ve derslerinde anlattıklarını dinliyordum. Verdiği dersleri, hutbeleri, vaazları dinliyor ve onlardan direkt olarak olmasa da dolaylı yoldan yararlanıyordum. Bu, salt bir okuma yapmaktan çok daha tesirli idi.

Ayrıca evdeki büyük, geniş ve oldukça zengin kütüphanemiz de, muhtevalarını anlamadığım halde oradaki kitapları okumaya beni cezbediyordu. Kitapların isimlerini ezberliyordum ama içlerinde ne olduğunu bilmiyor ve ilimlerin kendine özgü ıstılahlarını da anlamıyordum. Fakat böylece, hayatımın erken bir döneminde tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarının varlığından haberim oldu. İlimlerin mertebelerini henüz küçük bir çocukken anlamıştım. Elimizde eski yazma eserler de vardı ve bunlar bana bir mensubiyet hissi veriyordu; mutlaka hayatta kalması gereken bir ağacın bir dalı olduğumu hissediyordum.

Tarih sevgim de beni bu kitaplar içinden tarihî mekânları anlatan kitapları ve biyografik eserleri seçmeye itti. Hayatımın daha başlarında bunlara şiddetli bir şekilde bağlandım. Özellikle biyografi kitapları bu yolda devam etmem için beni hırslandırıyordu. Bu yüzden çocukluğumdaki uğraşım ne oyun ne de eğlence idi, sadece bu tür şeyler ilgimi çekiyordu.

Hocam üniversitede ne okudunuz?

Liseden mezun olduktan sonra şeriat fakültesini kazanamadım, Arap Dili bölümüne girdim ve orada 1 yıl okudum. Ben lise birinci sınıftayken Şam’da okuyan Afrikalı bir öğrenci babama gelip ondan Medine’deki İslam Üniversitesi’ne gitmek için kendisine bir referans mektubu yazmasını istemişti. Bu hatıra zihnimde öyle yer etmişti ki, o zamanlar şöyle bir hayal kurmuştum: Liseden mezun olursam ben de bu üniversiteye gideceğim. Babam bu olaydan 1 yıl sonra vefat etti, yani ben lise ikinci sınıftayken. Hayalimden vazgeçmemiştim ve elhamdülillah Medine-i Münevvere’ye gitmek nasip oldu. Amacım oradaki üniversitede eğitim görmek değil, Medine-i Münevvere’deki ortamdan faydalanmaktı. Üniversitedekilerin çok farklı görüşleri vardı, onlara uyum sağlayamadım. Eğer Hz. Peygamber’in yakınlarında olmasaydım dayanamayıp geri dönerdim. Fakat Hz. Peygamber’in civarında olmak için gösterdiğim sebat neticesinde Allah bana ikramda bulundu ve bana birçok kapı açtı. Şam’da kendileriyle buluşmama imkân olmayan, özellikle de ilk iç savaş başladığında Şam’ı terk eden âlimler ile burada buluştum. Şu an Suriye’de üçüncü iç savaşı yaşıyoruz. Her savaşta birçok âlim ülkeyi terk ediyordu Özellikle ikinci iç savaşta çok fazla âlim ülkeyi terk etti. Allah Teâlâ vefatlarından önce onlarla tanışma şerefini bana nasip etti. Aynı zamanda Suriye’ye girmeleri yasak olan diğer İslam ülkelerinin âlimleri ile de tanışma fırsatı buldum, Ebu’l-Hasen en-Nedvî gibi. Yani Medine-i Münevvere’de geçirdiğim süre zarfında oradan çok istifade ettim; o dönemi bu dünyada yaşadığım cennet olarak kabul ediyorum. Allah’a çok şükür.

Ne zaman ders vermeye başladınız? Ne zaman kendinizi buna hazır hissettiniz?

Size garipseyeceğiniz bir şeyden bahsedeceğim şimdi. Küçükken, ilkokul ikinci sınıfta, yani 8-9 yaşlarındayken, peygamberlerin kıssalarını okurdum. Okulda, teneffüslerde 4-5 çocuğu etrafıma toplar, kıssalardan anlayıp öğrendiklerimi onlara anlatırdım. Yani o zamanlardan itibaren bir şeyler öğretmeye başlamıştım. Bu durum üniversitedeyken de devam etti.

Hocalık iki kısımdır: Birincisi resmî hocalık diğeri ise gönüllü hocalık. Zorunlu/resmî hocalık bir meslek, yani kişinin hayatını sürdürebilmek için yaptığı bir iştir. Fakat gönüllü hocalık, maddi bir karşılığı olmasa da, hoca için de talebe için de en faydalı olan eğitim şeklidir. Zaten genelde Allah rızası için yapılır.

Türkiye’ye gelmeye nasıl karar verdiniz hocam?

Suriye’deki olaylar başlamadan yaklaşık iki yıl önce, Şam’a hadis ilmi öğrenmek için İstanbul’dan iki talebe gelmişti. Hindistan’a gitmek istiyorlarmış fakat nasip olmamış, onun yerine Şam’a gelmişler. Allah’ın bu fakir kulu hakkında hüsn-ü zanda bulunup ondan ders okumak istiyorlardı. Beraber bazı dersler yaptık. Bir tanesi bir müddet sonra İstanbul’a geri döndü, diğeri ise uzunca bir süre Şam’da kaldı. Olaylar o Şam’dayken başladı. Sonrasında iki-üç ay daha orada kaldı ama durum kötüleşince İstanbul’a geri döndü. Daha sonra ne zaman haberlerde Suriye ile ilgili bir şey görseler hemen beni arıyorlar ve “Hocam gelin artık buraya.” diyorlardı. Ben de onlara “Bir sorun yok, her şey yolunda.” diyordum.

Sonra Allah Teâlâ benim için beklemediğim bir şey takdir etti ve hiçbir hazırlık ve plan yapmadan Şam’dan ayrılmak zorunda kaldım. Bunun sebebi, kardeşimin çıkan olaylarda aktif yer almasıydı. Suriye Muhalif Koalisyonunun başkanlığına seçilmişti. O sıralarda yurt dışındaydı, biz de bu yüzden onun böyle tehlikeli bir konumda olduğunu bilmiyorduk. Suriye yönetiminde kural, adalet, merhamet ve hikmet namına hiçbir şey yok tabii ki; düşman oldukları birinin intikamını akrabalarından alabilirlerdi, çok tehlikeli bir durum içindeydik. Bu yüzden nereye gideceğimizi dahi düşünmeden ülkeyi terk etmek zorunda kaldık. Direkt Lübnan’a gittik. Orada salim kafa ile nereye gideceğimizi düşünmeye başladık, çünkü Lübnan’da kalmak da çok zordu. Sübhânallâh, bahsettiğim iki talebem Lübnan’da iken beni aradılar ve “Hocam buraya, Türkiye’ye gelseniz ya?” dediler. Ben de onlara, “Tamam geleceğim, zaten başka çarem de kalmadı.” dedim. Bunun üzerine Allah’ın izni ve yardımı ile Türkiye’ye geldik. Suriyeliler, Suriye’ye komşu olan ülkelerin hiçbirinden, Türkiye’den gördükleri cömertliği görmemişlerdir. Bahsettiğim iki talebem Abdullah Küskü ve Emre Yazıcı, Dâru’l-İlim isimli bir ilim merkezini yönetiyorlar. Allah onlardan razı olsun. Türkiye’de kalmamın sebebi onlardır.

Türkiye’yi ilmî olarak nasıl buldunuz?

Türkiye ilmî açıdan büyük bir potansiyele sahip, ama maalesef bu potansiyel tam manasıyla kullanılmıyor. Mesela Türkiye’de çok büyük bir İslamî yazma eser hazinesi var. Mütedeyyin kesim de çok şükür büyük bir rahat içinde yaşıyor, istediklerini yapabiliyorlar. Bu rahatlığı büyük bir fırsat bilip değerlendirmek gerekiyor. Bu fırsat değerlendirilmiyor mu? Evet değerlendiriliyor ama %50-60 gibi bir oranda. Bana kalırsa bu fırsat %150 oranında değerlendirilmeli, çünkü altın değerinde bir fırsat bu. Allah Teâlâ’dan bu rahatlığı koruması ve devam ettirmesini niyaz ediyoruz; fakat İslam düşmanları da pusuda bekliyor, Allah muhafaza bu hazine elden gidebilir.

Bu hazineyi korumak için iki tür faaliyette bulunmalıyız: Birinci olarak, halkı İslam konusunda bilinçlendirmeli, onlara İslam’ı öğretmeliyiz. İkinci olarak da ilim talebelerine kaliteli bir eğitim vermeliyiz. Bu iki faaliyet kuvvetli bir şekilde devam etmeli ki mevcut rahatlığı koruyabilelim. Allah en iyisini bilir.

Son olarak, ilim talebelerine ne nasihatte bulunursunuz?

Vakitlerinin kıymetini çok çok iyi bilsinler. Bakın “iyi bilsinler” demiyorum, “çok çok iyi bilsinler” diyorum. Her geceleri tıpkı sınav geceleri gibi geçsin. Sınav geceleri, normalde okumak için 1 aya ihtiyaç duyacağımız miktarda materyali bir gecede okuruz. Eğer sene boyunca sınav gecesinde çalıştığımız gibi çalışsaydık, çok büyük işler başarırdık.

Hadis ilmi ile meşgul olan talebelere özel bir nasihatiniz var mı?

Evet, tabii. Hadis ilmini Rasûlullâh’ı (s.a.v.) sevdikleri için talep etsinler, insanlarla tartışmaya girmek için değil. Günümüzde hadis ilmiyle uğraşanlar hadis ilmini genelde tartışmaya girmek için öğreniyorlar, yani hadisin fıkha muhalif olduğunu veya fıkhın hadise muhalif olduğunu kanıtlamak gibi nedenler için. Hayır, bunlar için değil, Rasûlullâh’ı sevdiğiniz için isteyin bu ilmi. Bu konuda şair şöyle demiş[1]:

لَمْ أسْعَ في طَلَبِ الحَدِيثِ لِسَمْعِهِ  ۞  أو لاجْــتِــمــاعِ قَدِيــمِــهِ وَحَدِيثِهِ
لـكِـنْ إذا فاتَ المُحِبَّ لِقاءُ مَـنْ  ۞  يَـهْـوى تَـعَـلَّـلَ بِاسْـتِـماعِ حَدِيـثِـهِ

Biz Hz. Peygamber’i görmedik, bu yüzden hadislerini dinleyerek teselli oluyoruz. Eğer hadisi bu niyetle talep edersek, onu çalışırken, öğrenirken ve anlarken bir sükûnet içinde oluruz; bugün çokça şahit olduğumuz çekişme ve tartışmaların sıkıntısını yaşamayız.

Şu an iki uç tarafın arasındayız, ikisi de sünnete zarar veriyor: Biri sünneti, onun sübûtunu, hüccet olduğunu ve onunla amel etmenin gerekliliğini inkâr ediyor. Bunlar müsteşriklere çıraklık yapanlar arasından çıkıyor. Diğer taraf ise sünneti zâhirî bir şekilde anlamaya fazlaca meylediyor ve fıkıh ile hadis arasına bir duvar örmekte inat ediyor. Tabii ki birinci kısım ikinci kısımdan çok daha tehlikeli.

Biz bu problemli görüşlerin ikisinin de hadis öğrenmeye sebep olmasını istemiyoruz. Hadis öğrenmenin sebebi saflık, temizlik ve peygamber sevgisi olmalı.

Çok teşekkürler hocam.

Ben teşekkür ederim. Allah sizlerden razı olsun, sizleri korusun.

[1] Beyitler, Behcetü’l-mehâfil ve buğyetü’l-emâsil sahibi Yahyâ b. Ebî Bekr el-Âmirî tarafından Celâlüddîn b. el-Hatîb Dâreyyâ’ya nispet edilmiştir. Türkçesi: Hadisin peşinde, sadece hadisleri dinlemek ve onların yenisiyle eskisini bir araya toplamak için koşmadım. Fakat seven kişi, sevdiğiyle buluşma fırsatını kaçırırsa, kendisini onun sözlerini dinleyerek teselli eder.

 

*Abdullah Bardakçı ve Rıdvan Talha Yücedağ sordu.
**Mülakatı Arapça aslından Türkçe’ye tercüme eden Feyza Nur Turan‘a teşekkür ederiz.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: