Son yıllarda Türkiye’den Bosna’ya yapılan ziyaretlerin sayısı gözle görülür biçimde arttı. Süresi beş günü nadiren geçen bu ziyaretlerin çoğunun duygusal bağları tazelemekten öte bir amaca hizmet etmekten uzak olduğu maalesef bir gerçek. Halbuki Bosna, birkaç sloganik cümleden ibaret kalmaması gereken ehemmiyette bir bölge. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından yaşanan savaşın üzerinden yaklaşık 15 yıl geçmiş olsa dahi, ülkenin çok çeşitli etnik/dini yapısı ve savaşın ardından kurulan üçlü siyasi sistem, ülkeyi üzerine hassasiyetle eğilmeyi gerektiren meselelerle karşı karşıya bırakmış vaziyette.
Kendilerini halen “İslam’ın Avrupa’daki Bekçileri” olarak niteleyen Boşnakların yaşadıklarını ve bölgenin güncel siyasi ve sosyal durumunu anlamak için kısa bir turistik geziden fazlasına ihtiyaç duyulduğu gerçeğinden hareketle, Şehir Üniversitesi öğrencileri bu yıl 4. kez Saraybosna’nın misafiri oldular. FACT Sarajevo’nun düzenlediği organizasyonun amacı, özelde Bosna, genelde ise Balkanlara rasyonel bir bakış açısıyla bakabilmekti. Bu doğrultuda öğrenciler yaklaşık 45 gün boyunca Bosna ve Balkanlar’da yaptıkları mekan, şahıs ve kurum ziyaretlerine ek olarak bölgenin önemli entelektüel simalarından seminerler aldılar. Biz de İSİF Kulübü olarak bu programa katılan İslami İlimler öğrencilerinin not ve izlenimlerini bir yazı dizisi şeklinde siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Serimizin ilk yazısı, Bosna’daki izlenimlerini sizler için kaleme alan bir arkadaşımızdan. Furkan Demir yazdı.

Gerçekliğin keskinliğinin insan üzerinde açtığı yaralar, tarih tarafından görülmez kimi zaman. Böyle durumlarda rol sahibi şahısları yargılamak bir hayli kolaylaşır. Tecrübe edilmemiş olgu, olay ve yaşantılar karşısında pişkince yorumlar üretmek her entelektüelin vazifesi olarak görülebilir. Ancak söz konusu keskinlik ile yüzleşme cesareti gösterenler tarih tarafından hayırla yad edilecektir. Bu keskinlik 1992’deki Bosna Savaşı’nda dişlerini sayısızca gösterdi. Kurban adaylarının sayısını arttırmak mümkünse de hiç şüphesiz ilk sıra Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin kurucu başkanı Aliya İzzetbegoviç’indir. Tarihe Tanıklığım kitabında doğumundan sağlık sorunları sebebiyle başkanlığı bıraktığı döneme kadarki süreci ele alıyor Aliya. Her ne kadar kendisini “tanık” olarak tanımlasa da tanık olmaktan çok, söz konusu anlatıda bizzat rol sahibi bir aktör olduğu söylenebilir. Kitabın merkez noktasını 1992’de başlayan savaşın sebepleri, süreci, nasıl sonuçlandığı ve sonrasındaki gelişmeler oluşturuyor. Kitap, bir milletin varolma savaşını anlatan tarihi bir belge aynı zamanda. Tüm bu süreci okurken geçmişin ortaya koyduğu acı gerçekleri görmek, bir ders niteliğine bürünüyor okuyucu için. “Savaş ve Lafazanlık” bölümünde yazarın anlattıkları bu gerçeklerden yalnızca biri. Sahtekarlarla, çıkar güçleriyle, riyakarlarla nasıl iş yapılamayacağını gözler önüne seriyor yazar. II. Dünya Savaşı’ndan sadece 47 yıl sonra, yaraların yeni yeni sarıldığı Avrupa’nın ortasında gerçekleşen soykırıma “medeni Avrupa’nın” sessiz kaldığını vurguluyor Bilge Başkan. Bu satırların yazıldığı günlerde Srebrenica’nın önemli müsebbiplerinden BM’ye bağlı Hollandalı askerlerin soykırımdaki suçlarının ancak %10 olduğu hakkındaki Hollanda Yargıtay’ının aldığı kararı da not etmeden geçmeyelim. BM, NATO, İngiltere, Fransa gibi menfaatperest politikalarla savaşa yaklaşan güçler olduğu gibi az da olsa Almanya gibi daha insancıl ve yardımsever davranan ülkeler de yok değil. Zira Aliya gittiği muhtelif yerlerde yaptığı konuşmalarda Almanya’ya olan şükran borcunu dile getiriyor. Savaş sonrası süreçte de pek çok yardımı dokunan Almanya, Bosna’daki işsizlik sorunu yüzünden pek çok Boşnak gencin uğrak yeri durumunda. Bu durum Batı’yı yekpare bir blok görerek değerlendirme yapmayı da imkansız kılıyor.

Savaştan Çeyrek Asır Sonra Bosna’da Durum
Türkiye’de Bosna denince zulüm, soykırım, merhametsizlik, savaş, acı, Srebrenica, Aliya gelir akla. İstanbul Şehir Üniversitesi öğrencileri olarak 2019 yılının yazını geçirme fırsatı bulduğumuz Bosna’da Tarihe Tanıklığım’ı yazıldığı topraklarda okuma imkanı bulurken tüm bu kavramları Aliya’nın anlatımıyla yeniden tefekkür ediyordum. Boşnaklar, yaşadıkları acıları dışa pek yansıtmasalar da derinlere inildiği vakit yukarıda zikrettiğim kavramlar kendini göstermeye başlıyordu. Bundan dolayı Bosna, hiç de dışarıdan göründüğü gibi -3 günlük, bir haftalık gezilerle anlaşılması pek de mümkün olmayan- güllük gülistanlık bir yer değildi. Saraybosna’nın şirin evlerinden oluşan sessiz, sakin, huzurlu mahallelerinden ve iki dağ arasındaki ovaya kurulu, tabiatın ruhunun insanlarda sükunet olarak tecessüm ettiği bu şehirden bu olumsuz yapıyı anlamak pek mümkün olmasa da yüksek işsizlik oranı, umutsuzluk, çözümü/kurtuluşu dışarıda (Avrupa’da/ Almanya’ya, Slovenya’ya kaçışta) arayış, yoğun bir göç vb. birçok meselenin farkında olmak önemli. Turistlerin uğrak noktası olan tarihi Başçarşı’daki izlenimler de bu problemleri kavrama noktasında yanıltıcı olabilir.
Aliya’nın Tarihe Tanıklığım’da ayrıntılarıyla anlattığı Dayton ile sonuçlanan savaş süreci, ortaya çıkan karmaşık bir siyasi yapı ve hukuk düzeninin de sebebi. Haklı olarak pek çok Boşnak tarafından savaşın sonunda imzalanan Dayton Barış Anlaşması, günah keçisi ilan edilmiş. Aslına bakılırsa Dayton’un adil bir anlaşma olmadığı sahici bir göz tarafından kolayca anlaşılabilir. Aliya’nın deyişiyle “Dayton bir uzlaşmaydı ve uzlaşmalar adil değildir.”

Durum böyle iken Dayton’a geliş sürecini genelde Osmanlı sonrası Balkan tarihi, özelde Yugoslavya tarihini ve sonraki bağımsızlık süreçlerini anlamadan idrak etmek mümkün değil. Bu süreçleri Aliya’nın gözünden okumak, Bosna’nın şu anki halini anlamak adına bir anahtar işlevi görüyor. Komünizm döneminde Bosna Müslümanlarının yaşadıkları zorluklar, bağımsızlığın elde edilmesi, Yugoslavya’nın dağılışı ve ardından gelen savaşa dair müellifin bizzat şahit olarak anlattıkları, yaşananları ve sonradan yaşanacakları idrak etmek isteyen biri için vazgeçilmez kaynak. Ne var ki imzalanmak durumunda kalınan bir barış anlaşmasıyla kaderi çizilen bir ulusa, bu anlaşmanın çeyrek asır sonra nelere mal olduğunu bizzat müşahede etme fırsatım oldu Bosna’da. Aliya’nın “Savaş ve Lafazanlık” bölümünde tafsilatıyla anlattığı ve bir bakıma zorunlu olarak Bosna’nın/Boşnakların içine düştüğü bu yapıdan kurtulması için ümitli kimselerin oluşu tek teselli olarak kapıda duruyor. Saraybosna’da tanışma fırsatı bulduğumuz Hırvat asıllı mühtedi, kendisini aktivist olarak tanımlayan ve yıllardır hatırı sayılır dergi ve gazetelerde editörlük yapan Filip Mürselbegoviç bu umutlu kimselerden yalnızca biri. Boşnak aydınlara bir hayli öfkeli. Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nde yaşayan entellektüel kesimin vatansever ve cesur olmayışlarından dem vuruyor. Bosna-Hersek nüfusunun sadece yarısının Müslüman yani Boşnak olduğunu hatırlatmakta fayda var. Yaklaşık %30 Sırp, %15 de Hırvat nüfusun yaşadığı coğrafyada bu iki etnik milletin, müreffeh bir Bosna yerine Yugoslavya’ya dönüşü savunduğunu da belirtiyor Mürselbegoviç. Öte yandan bu iki ayrı etnik azınlığın yaşadıkları toprakları, Hırvatistan ve Sırbistan’a katma istekleri olduğunu da vurgulamak gerek. Özellikle Bosna-Hersek’teki üçlü cumhurbaşkanlığının Sırp temsilcisi Milorad Dodik bu hedefi ısrarla gündemde tutuyor.
Aliya kitabında savaşın sona ermesinin ardından kendilerini daha zor bir sürecin beklediğini ısrarla belirtiyordu. Savaşın yaralarını hem maddi hem manevi anlamda sarmak bir tarafa henüz yeni doğmuş bir devleti ayakta tutmak ve Bosna halkını birbirine kenetleyerek geleceğe umutla bakılmasını sağlamak gerekiyordu. Bundan dolayı Bosna-Hersek için milli bilincin varlığının rolü büyük. Bu bilincin oluşmasındaki dayanak noktaları olan bayrak ve milli marşın temsil gücünün yetersizliği ise eleştirilen konular arasında. Bosna’nın halihazırdaki milli marşı bir melodiden ibaret. Bundan önceki sözlü iki marş, ülkede yaşayan diğer iki etnik kimliğe dair olumsuz içeriğe sahip olması nedeniyle değiştirilmiş. Boşnaklar bu durumdan rahatsız olsa da nüfuslarla orantısız olarak paylaşılan iktidar erki ellerini kollarını bağlıyor. Türkiye’de yıllarca gazetecilik yapmış, iki de Türkçe kitabı bulunan, halihazırda Bosna’daki yegane milli medya organı olarak gösterilen STAV dergisinin başında olan Emine Şeceroviç Kaşlı, yapılacak çok şey olduğunu belirtmesine rağmen on yıl öncesine göre bu bilincin daha kuvvetli olduğunu ve bunun da kendisine umut verdiğini söylüyor. Kendisiyle yaptığımız oldukça zevkli ve dolu geçen seminerde Bosna’ya dair zihnimizdeki kimi bulanık noktalar berraklaşırken bazı yeni soru işaretleri de ortaya çıktı. Çocukluğunu savaş döneminde geçiren ve ardından Türkiye’ye göçen Kaşlı, milli bilincin ne olduğunu ve Aliya’nın nasıl sevilmesi gerektiğini Türkiye’de öğrendiğini belirtiyor. Aliya’nın kitaplarının Türkiye’de çok daha fazla okunduğunu ve bilindiğini, Boşnak halkının Bilge Lider’e gereken değeri göstermediğini de ekliyor. Bosna’daki güncel durumu, siyaseti ve sorunları derinlemesine konuştuğumuz Boşnak yazar da Dayton’a değinmeden edemedi. Savaş sonrası Bosna’nın anayasası hüviyetinde olan Dayton’a biraz daha yakından bakalım.
Barıştan Karmaşaya: Dayton’a Farklı Bakışlar
Aliya’yı farklı kılan liderlik özelliklerinden biri de oldukça soğukkanlı ve gerçekçi oluşudur. Kitapta çokça alıntıladığı medya röportajları, meclis konuşmaları, mektuplar vb. metinlerde bunu rahatlıkla görmek mümkün. Realitenin farkında oluş ve siyasetin doğasını kavramış olmak Bosna’nın içine düştüğü durumdan kurtulması için gerekliydi. Aliya’yı -hiç istemese de- Dayton’a götüren süreci anlamak adına bu nokta önemli. Aliya her ne kadar kitabında savaş öncesi ve sonrası durumla birlikte Dayton sürecini gün gün ele alarak ne zorluklar yaşadığını ve bu anlaşmayı imzalamak zorunda olduğunu belirtse de vefatından sonra Bosna’da oluşacak olan bu sorunlu yapıyı ne kadar tahmin edebileceği sorgulanabilir. Kitapta yer yer gözüken Aliya’nın Dayton’a bakışındaki nisbi iyimserliğe karşı çıkan ve Dayton’a farklı bir perspektiften bakanlar da yok değil. Bunlardan biri halen İstanbul İktisat fakültesinde doktora yapan, Bosna’da kaldığımız günlerde zaman zaman bize mihmandarlık eden Aida Zaimović, Dayton’un imzalanmasını bir hata olarak yorumluyor ve o dönemde savaşa devam edilseydi bazı şeylerin daha netleşeceğini savunuyor. Savaşın yaşandığı sırada ilkokula giden ve savaşın izlerini hala üzerinde taşıdığını belirten birinin bu yorumu yapması daha da önemli kanımca. Aliya’yı çok sevdiğini ve bundan dolayı eleştirdiğini vurgulayan Aida Zaimović, savaşın ve barış sürecinin daha cesur yönetilebileceğini düşünüyor. Bu görüşünde yalnız da değil. Nitekim Aliya’nın en yakınındaki isimlerden Ejup Ganić, Haris Silajdžić gibi isimlerin de bu yönde görüşleri olduğunu belirtiyor kendisi. Aliya’nın Dayton’da neden onları dinlemediğini sır perdesi hala kaldırılmamış bazı görüşmelere bağlıyor ancak ısrarla bu konuların daha fazla çalışılması gerektiğini de belirtmeden edemiyor. Aliya ise bazı konuşmalarında bu yükselen itirazlara şöyle cevap veriyor:
“Bazen anlaşmayı imzalamasaydık diye düşünürsek, barış sayesinde hayatta kalanları hatırlamalıyız. Devam eden bir savaşta sakat kalacak binlerce gençle ilgili bir mesele bu. Onlar için barış iyi, çünkü çok ölüm vardı. Halkımızın sayısı küçük ve her gün ölülerimizi ve sakatlarımızı sayarak devam edemezdik.” (s. 386)
“Amerikan barış inisiyatifi, muhtemel askeri müdahele, binlerce ölü ve yaralı, yüz binlerce mülteci, eriyen bir kar gibi yurtdışına kaçmış olan halkımız, yaklaşan kış, muhtemel bir son şans ve vaatler, büyük dünya güçlerinin baskısı; bütün bunlar ihmal edilemez. Dayton barışı, bizim için ister iyi olsun isterse kötü, kaderimizdi ve bildiğiniz gibi herkes bunu o zaman kabul etti” (s. 389)
Hırvatların Katolik, Sırpların Ortodoks olduğu bir coğrafyada Hristiyanların heretik olarak kabul ettiği İslam’a oldukça benzeyen Bogomil mezhebine mensup Boşnaklar, Osmanlıların taşıdığı İslam sancağıyla Müslüman oldular. İslam’ı kimliklerinin en asli unsuru kabul eden Boşnaklar, asırlar önce Türklerin kendilerine getirdiği bu emanetten ve hediyeden ötürü onlara olan şükranlarını hiç yitirmediler. Hem 92’deki savaş sürecinde hem de savaş sonrasındaki yaralar sarılırken Bosna’nın en yakınında yine Türkiye vardı. Türk olduğunuzu anlayınca Boşnakların yüzlerinden eksilmeyen sevinçten bu yakın ilişkiyi anlamak mümkün. Ancak artık Boşnaklar kendilerinin yardıma değil desteğe ihtiyacı olduklarını ısrarla belirtiyorlar. Yaşanan tüm acıların ardından ümitvar olmamak için hiçbir sebep yok. Bosna’nın güzel bir geleceği olması dileğiyle…
*Kapak: Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Veliaht Prensinin Öldürüldüğü Latin Köprüsü (Fotoğraf için İbrahim Esad Ergen’e teşekkür ederiz.)