Kelam Mülakatları Serisi‘ne, Türkiye’de kelamın serüvenini en iyi bilen isimlerden biri olan İlyas Çelebi Hoca ile başlıyoruz. 29 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görevine devam eden hocamızı ziyaret ettik, kelamın Türkiye’deki hikayesini ve güncel durumunu sorduk. İstifadenize sunuyoruz.
Hocam ilmi serüveninizden, kelam ilmiyle tanışma sürecinizden ve niçin bu disiplini çalışma alanı olarak seçtiğinizden kısaca bahseder misiniz?
Bendeki ilmî süreç imam-hatip okuluyla başladı. Şimdi nasıldır bilmiyorum, ama bizim dönemimizde hocaların bu hususta çok yoğun bir telkini vardı. Dünyanın en büyük âlimlerinin bizden yetişeceğini, dünyayı bizim kurtaracağımızı söylerlerdi. Bu hayalî bir şeydi belki, bugün söyleseler etkisi olmayabilir ama o zaman çocuksu zihinlerimizde çok etkili oluyordu. Telkinler böyle olunca bizim de yoğun bir okuma listemiz vardı. Ben 1963 yılında imam-hatip okuluna gittim. O yıllarda piyasada dolaşan dinî muhtevalı kitap sayısı beş-altıyı geçmezdi. Kitap neşredilmez, neşredilenler de fazla okunmazdı. Sadece kütüphanelerde önceden neşredilmiş olanlar vardı. Biz de piyasada bulunanları muhakkak temin edip okurduk. Bu, işin birinci boyutu.
İkinci boyutu ise belki pedagojik olarak uygun değil ama okullarda hocalar öğrencinin seviyesini dikkate almadan, lise mi ortaokul mu bakmadan tüm bildiklerini naklederlerdi. Şimdi kütüphanemde ortaokuldan kalan defterlerim var. Geçenlerde kelam defterime baktım, orta sonda tuttuğum notları inceledim. Bizim şu anda lisansta okuttuğumuz Mu‘tezile, usûl-i hamse, Basra-Bağdat Mu‘tezile’si, ihve-i selâse hikâyesi vs. bunların hepsini yazmışız. Bu faydalı mı? Aslında bence değil. Bir insana onun anlayacağı seviyede hitap etmek lazım. Bir ortaokul öğrencisine bunu verdiğinizde ezberlemekten başka bir şey yapmaz. Ama bunun bize bir başka faydası oldu: Üzerimize çok yüklenilince bunun altından kalkmak için çok çalışma ihtiyacı duyduk. Mesela ben yaz tatillerinde mutlaka klasik usulde okutulan sarf ve nahiv ya da belağat ilimleri ile meşgul olurdum. Okul dışında da vaktimizi iyi değerlendiriyorduk. Bütün öğrenciler bunu yapmıyordu tabii ama benim fıtratımda çok sosyallik yoktu, okumaya daha meyilliydim. İnsan okudukça kendi ilgi alanı ortaya çıkıyor. Şimdi ben geri dönüp lisede kompozisyon olarak yazdıklarıma, üniversitede okuduğum kitaplara, bitirme tezime bakıyorum; bilinçli bir tercih değildi ama hepsinin kelamla ya da İslam felsefesiyle ilgili olduğunu görüyorum. Demek ki merakım, ilgim hep oralara yönelik olmuş. Bu ilgi sonucunda yüksek lisansa kelamdan başladım ve çalışmalarım o istikamette devam etti. Günümüzde durum daha iyi. Bizim devrimizde kelama, felsefeye çok olumlu bakmazlardı. Akademik kariyer tefsirden, hadisten, fıkıhtan yapılır gibi bir algı vardı. Kelam o kadar tercih edilmezdi. Buna rağmen herkes akıntıya kapılmış giderken biz tersine bir istikamet tutturmuşuz. Şimdi de bakıyorum, mesela tefsir veya hadis ilimleri beni tatmin etmez. Felsefe, kelam insan kapasitesini zorluyor, sizi daha sorunlu alanlara yöneltip sorunu çözmeye itiyor. Böyle olunca insan bundan zevk alıyor ve bütün kapasitesini kullanabiliyor.
Bekir Topaloğlu hocayla tanışmanız nasıl oldu?
Onlar 1963 yılında Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirmişlerdi. Ben o yıl imam-hatip okuluna başladım. 1965’ten itibaren hocaların yazdıkları Arapça sözlük, sarf ve nahiv kitapları, hadis, fıkıh dersleri gibi kitapları yayımlandı ve ders kitabı olarak okutulmaya başlandı. İmam-hatipteyken bu hocaların kitaplarını okurduk. Benim Bekir hocayla ilk karşılaşmam 1970’te oldu. O zaman Yüksek İslam Enstitüleri üniversite sınavından ayrı olarak, özel sınavla öğrenci alıyorlardı. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü imtihanlarına geldiğimde hocayla ilk karşılaşmamız orada oldu. Hoca-talebe ilişkimiz ise 1982’de başladı. YÖK kanunuyla yeni sistem gelince yüksek lisans programları başladı, ondan önce yüksek lisans yoktu. O yıl hocayla yüksek lisansta tanıştık, sonrasında da vefat edene kadar bir arada olduk.
Hocam, siz Türkiye’de kelam alanına yıllarını vermiş birisi olarak bu disiplinin Türkiye’deki serüvenini en iyi bilen kişilerden birisiniz. Kelam disiplininin Türkiye’deki serencamını nasıl görüyorsunuz? Bu süreçteki kilit noktalar neler?
İslâmî ilimlerin teşekkül devrinde yani tedvin döneminde fıkıh, kelamla; tefsir, hadisle kardeş gibiydi. Tefsir ve hadis ilimleri, İslam’ın iki temel kaynağını (Kur’an ve Sünnet) açıklayan ilimler olarak öne çıkmıştı. Bu yüzden biz bunlara malzeme ilimleri diyoruz. Yani bir dinî bilgi üreteceksek Kur’an’a ve Sünnete bakmamız gerekiyor. Kur’an ayetlerini nasıl anlayacağız? Elfâz-ı Kur’an var, müteşâbih ayetler var, hakikat ve mecaz ifade eden lafızlar var. Tefsir ilmi bize “bir ayeti hangi koşullarda nasıl anlayabileceğimizi” bildiriyor. Hadis ise Hz. Peygamber’in sözlerini tespit ediyor. Hadis ilminin birinci görevi tespittir ve onun için hadise “isnad ilmi” derler. Bu ilim, önümüze gelen bir sözü Hz. Peygamber’e nasıl dayandıracağımızın yolunu gösteriyor. Onun için cerh-tadil yöntemi ile râvîleri inceliyor, onların zaafları varsa ortaya koyuyor. Tefsir ve hadis ilimlerinin verileri malzemedir ve bunlarsız hiçbir İslâmî ilim olmaz. Bu haliyle malzeme, işlenmeye hazır malzemedir, onu işlemek gerekir. İşte bu malzemeyi işleyecek ilimler kelam ve fıkıhtır.
Aslında başlangıçta fıkhın kapsamı çok geniş tutulduğu için itikâdî hükümleri anlamaya akâid, amelî hükümleri anlamaya fürû‘ fıkıh denilmiş, hatta daha sonraları vicdanî fıkıh diyerek ahlakı da fıkhın bir alt dalı gibi görmüşler. Ama klasik dönemde bunlar ayrılmış; itikâdî alanı kelam, amelî alanı hukuk/fıkıh, ahlakî alanı ise tasavvuf sahiplenmiş. Şimdi, böyle bir yapı var ve bunların arasında bir centilmenlik anlaşması var. Yani birbirlerinin alanlarına saygı gösteriyorlar ve birbirlerinden istifade ediyorlar. Mesela fıkıh veya kelam bir hadisi kullanacağı zaman bu hadisin hadis literatüründe zayıf mı, haber-i vâhid mi, mütevâtir mi olduğuna bakıyor. Bu hadisle ilgili söz konusu hükümleri veren, kelamcının kendisi değil, hadis ilmidir. Hadis ilmi de bir rivayeti alırken bu rivayetin usûlü’d-dîne, akâide, tevhid inancına veya şeriata uygun olup olmadığını öğrenmek istediği zaman; akâide, kelama, fıkha bakıyor. Böylece başlangıçta İslâmî ilimler arasında centilmenlik kurallarının geçerli olduğu uyumlu bir yapı oluşuyor. Her birinin bir alanı var ama tümü beraberce resmin bütününü oluşturuyor.
Günümüze gelmek için bunları söyledim. Günümüzde maalesef, İslâmî ilimler arasındaki bu bütüncül yapı ve centilmenlik biraz zayıflamış görünüyor. Mesela hadisçi kendi akâidini kendi üretmeye çalışıyor. Hadis kitaplarını alıyor, okuyup kendisi oradan akâid üretmeye çalışıyor. Kelam kitabına başvurma ihtiyacı duymuyor. Aynı şekilde günümüzde tefsirciler, “konulu tefsir” diyerek fıkıh ve kelamın konularını tüketip duruyorlar. “Kur’an’da falanca kavram, filanca kavram” diyorlar. Söz gelimi, “Kur’an’a göre namaz” diyorlar. Böyle bir şey olur mu? “Kur’an ve sünnetiyle İslam’a göre namaz” olur. Çünkü namaz denildiği zaman bunun sünnet tarafı var, farz tarafı var, gelenek tarafı var. Bunların tümünü birleştiriyorsunuz ve “İslam’da namaz budur” diyorsunuz. “Kur’an’da namaz” denildiğinde sünnet dışarıda kalmış oluyor. Dolayısıyla benim kanaatime göre, günümüzde İslâmî ilimlerin önemli bir problemi, tedvin edildikleri dönemdeki gibi birbirlerinin alanlarına, ıstılahlarına, ortaya koydukları hükümlere saygı duyarak ve bir bütünü tamamlayacak şekilde hareket etmemiş olmalarıdır. Tasavvufla fıkıh ya da kelamı yan yana getirdiğinizde problem daha da büyüyor.
Sonuç itibariyle şöyle diyeyim: İslam dünyasında felsefe ile kelamın mezcedildiği tarzda bir kelam anlayışı daha çok müteahhirûn döneminde var. Bu anlayış; Osmanlı coğrafyası, Anadolu, Balkanlar, Hindistan ve Pakistan’da da çoğunlukla bu şekilde gelişmiştir. Arap coğrafyasında ise “el-akîde” veya “ilmü’t-tevhîd” adıyla medreselerdeki aklî zenginlikten uzak, nassa ve rivayete dayanan bir yapı söz konusu. Arap dünyasında maalesef böyle. Suriye ve Irak’ta Osmanlı’ya yakın bir yapı vardı; oraların da canına okudular, ne ilim ne irfan kaldı. İran’da kelam ilmi güçlü ama onlar da İslam’ın tüm veçhelerini kapsayacak şekilde bir kelam yapmak yerine Şia merkezli bir kelam yapıyorlar. İslam ümmetinde Şia %5-6 oranında. Bu oranla bütün ümmet nasıl temsil edilsin? Osmanlı’da kelam iyi bir konumdaydı. Şu anda da Osmanlı’nın bakiyesi olan coğrafyada hem medreselerde hem de imam-hatip okulları ve İlahiyat fakülteri gibi modern mekteplerde kelam dersi okutuluyor. Yeterli mi? Değil. Çünkü bütün İslâmî ilimlerde olduğu gibi kelamın da modern döneme ayak uydurması gerekiyor. Onu yapamadı henüz. Fıkıh da, tefsir de, kelam da yapamadı. Bizim kitaplarımızda hâlâ Aristo’ya, Eflatun’a, İbn Sina’ya, Ebu Bekir er-Râzî’ye cevaplar veriliyor; Bertrand Russel, Richard Dawkins, Stephen Hawking gibi çağdaş filozof ve bilim adamlarına cevap vermiyoruz. O yönüyle bir yetersizlik var. İkincisi, kelam ilmini sevdirmek deveye hendek atlatmak gibi bir şey. Gidip bir ders yapıyorsunuz ve öğrenci sempati duyuyor, sonra bir hoca geliyor onu yıkıyor. Taftâzânî’nin Şerhu’l-Makâsıd’ı var biliyorsunuz, orada “kelam bilmeden İslâmî ilimlerden hiçbiri düzgün yapılamaz” diyor. Gerekçesini de şöyle açıklıyor: “Sen tevhid ilmini bilmeden Kur’an’ı nasıl tefsir edeceksin, yaptığın tefsir İslam’a nasıl uygun olacak? Tevhid ilmini bilmeden fıkhı İslam’a uygun olarak nasıl inşa edeceksin? Hadisleri nasıl ayıklayacaksın?”
Kelam ilmi için “eşrefü’l-ulûm” diyorlar. Bunu biz dediğimiz zaman sanki ana bilim dalı taassubu yapıyormuşuz gibi anlaşılıyor. Taftâzânî’nin dediği gibi bu, akâidin diğer dinî meseleler içindeki yeriyle alakalı bir durum. Mesela namaz kılmazsan kâfir olmuyorsun ama Allah’a inanmazsan küfre giriyorsun. Akâidin alanı bu, konusu bu. Böyle olunca da sorumluluğu ne kadar çoksa itibarı da o kadar fazla oluyor. Yirmi sene öncesine göre günümüzde kelam açısından çok mesafe katedildi. Mesela tefsir hocası kelam olmadan tefsir olmayacağını, fıkıh hocası kelam olmadan fıkıh olmayacağını söylüyor. Bunlar artık sadede gelindiğini gösteriyor. Eskiden biz bunları bir tefsir hocasından, bir fıkıh hocasından duymazdık.
Hocam, son yıllarda Türkiye’de kelam, İslam felsefesi, din felsefesi ve benzeri alanların bütüncül olarak değerlendirilmesi gerektiğine ve bu amaçla da “İslam düşüncesi” terkibi çatısı altında incelenmesinin daha doğru olduğuna dair bir tutum var. Siz bu duruma nasıl yaklaşıyorsunuz?
“İslam düşüncesi” tabiri güzel bir tabir. Bunu ilk kullanan Muhammed İkbal’dir. O, “dinî düşünce” dedi ama oradaki dinden maksat da İslam’dır. Ondan sonra başkaları da bu tabiri kullandı. Son on beş-yirmi yıldır da “İslam düşüncesi” tabiri kelam, felsefe ve tasavvufu da kapsayan bir üst şemsiye olarak kullanılıyor. Yalnız şöyle bir şey var: “İslam düşüncesi” tabiri bir üst şemsiye ise bu şemsiyenin altına kelam, tasavvuf ve felsefe mevcut konumlarıyla mı girecekler, yoksa birbirleriyle uyumlu bir hale gelip öyle mi girecekler? Bu önemli bir soru. Yani mevcut konumlarıyla baktığımız zaman kelamla felsefe, felsefeyle tasavvuf, tasavvufla kelam arasında belki barışık olmaya engel olan birçok sorun var. Biz bu ihtilafları kaşımamak için dile getirmiyoruz ama bunlar var. Mesela medreseye bakarsanız orada ne tasavvufa ne de felsefeye yer verilmiştir. Ama kelamı genişletip insanların felsefeye ihtiyacı varsa, bu kelamın içinde olmalı diyerek felsefenin konularının büyük kısmını kelamın içine almışlardır. Keza tasavvufun da felsefî yönüyle ilgili birçok konu böyle alınmıştır. Bunun sebebi her üçünün klasik formlarına bakıldığında aralarında birtakım problemler olmasıdır.
Mesela felsefe ile kelam arasındaki temel problemlerden birisi kelamın bilgiyi üretirken tanımında geçtiği üzere “alâ kânûni’l-İslâm” kaydını dikkate alarak mutlak manada bağımsız bir akılcılığı değil, İslam kanunlarına biat etmiş bir akılcılığı esas alması; felsefenin ise müstakil olarak aklı ön plana çıkarıp onun götürdüğü yere gitmesidir. Nitekim geçmişe baktığımız zaman da bizdeki İslam filozoflarının naslar karşısındaki tutumunun aklın metbû‘, nasların tâbi olduğu yönünde olduğunu görürüz. Yani orada her zaman naslar akla tâbi olma durumundadır. Tasavvufa baktığımız zaman ise “bâtınî bilgi” diye bir şey karşımıza çıkıyor. Gözünle görmen, kulağınla işitmen, aklınla anlaman, bulman gerekmiyor. Arapça veya Türkçe bir ibarede yazılmış olması gerekmiyor. Bâtınî bilgi dediğin “rüyamda gördüm” veya “kalbime doğdu” demek gibi bir şey. Hiçbir yerini sorgulayamayacağınız bir bilgi türü. Bunu felsefe de kelam da kabullenemiyor. Bunları, bu formlarıyla bir araya getirmek mümkün değil. Onun için İkbal, “bu üçü, tarihî tecrübe olarak kenarda dursun, ben yeni bir inşaat yapmak istiyorum” diyordu. Bu inşaatın harcını demirini üçünün karışımından oluşturarak yeni bir İslam düşüncesi üretmek istedi. İkbal’in yapısında kelam, kelam formuyla; tasavvuf, klasik tasavvuf formuyla; felsefe, felsefe formuyla temsil edilmiyor. İkbal’in ortaya koyduğu bir metafizik anlayış var. Her biri kendini bu forma uyduruyor, burada her üçü bir tür pota içinde eriyor ve üçünün erimesinden yeni bir şey ortaya çıkıyor. O, bunun adına “dinî düşünce” diyor. Bunu yapabiliyorsak ben buna varım. Tarihin bir döneminde insanlar bu dini bilgiyi düzenli bir şekilde ifade etmek için böyle disiplinlere ihtiyaç olduğunu düşündüler. Eğer bugün bu disiplinler insanların zihin karışıklığının nedeni oluyorsa, o zaman toparlayıcı bir şeye ihtiyaç var denebilir. Bu şey de İkbal’in bulduğu gibi bir formül olabilir. İkbal böyle bir öneride bulundu da yapabildi mi? Yapamadı, gücü yetmedi. Dini Düşüncenin Yeniden İnşası kitabında bu konuları işliyor, öneriler ortaya koyuyor ama kendisi böyle potada erimiş bir sistem ortaya çıkaramadı.
Yeni ilm-i kelamcılar, “kelam kendi formuyla dursun, biz kelam binasını restore edelim” dediler. Kelam binasını restore ettiğin zaman tasavvuf ve felsefe yine dışarıdadır. Sadece kelam kendi kendini yenilemiş olur: Bu, İslam düşüncesi olmaz, yeni ilm-i kelam olur. Günümüzde -İslam felsefecileri kusura bakmasınlar ama- İslam felsefesi de zaten İbn Sina’da kaldı, bir türlü günümüze gelmedi. Şu anda da ilahiyat fakültelerinde İslam felsefesi derslerinde felsefe tarihi okutuluyor. Günümüz Müslümanının felsefesi gibi bir şey yok. Onun yerine din felsefesi biraz güncel şeyler yapıyor, ama o da yerli hiçbir malzemesi, unsuru olmayan bir ilim halinde. Amerika’da başlıyor, Almanya’da devam ediyor, İngiltere’de bitiyor. İslam coğrafyasına bir türlü gelmiyor. Bazı din felsefecileri oraları da bilmediği için kelam kitaplarından Allah’ın varlığı, sıfatları vs. konularını alıp din felsefesi olarak satıyor. Bunun adı din felsefesi değil, kelamdır. Keşke Batı’daki gibi bizim kendi değerlerimiz üzerine bina edilmiş bir din felsefesi olsa, bir din psikolojisi olsa. Freud’u üstat kabul eden değil de mesela İbn Sina’nın ilmü’n-nefsini esas alan bir psikoloji kitabımız olsa. Ama yok maalesef. Tabi tefsir ve fıkıh ilimlerinin bu tecdit ve yenileme konularında birtakım gayretleri var. Kelam ilmi bunlardan daha önce 1850’lerde Şiblî Nu‘mânî ile beraber “ilm-i kelâm-ı cedîd” başlığıyla ortaya çıktı, yenilik gayreti içine girdi. Ama İslam düşüncesinin felsefe ve tasavvuf ayakları “yeni” kelimesinden kaçıyorlar. Bir tasavvuf hocasına gidip “yeni tasavvuf” hakkında ne düşündüğünü sorsanız nasıl tepki verir?
Sonuç itibariyle bir “İslam düşüncesi” oluşturmak güzel bir şey ama bunun faturasını ödemeye hiç kimse hazır değil. Ne tasavvuf klasik tasavvufundan, ne kelam klasik kelamından, ne de felsefe klasik felsefesinden vazgeçiyor. İkbal’in başaramamasının sebebi de bu. İkbal diyordu ki “herkes -tabiri caizse- hırkasını dışarıda bıraksın, ben onu içeride yeniden giydireyim.” Kimse hırkasını dışarıda bırakmadı, “içeri girersek olduğumuz gibi gireriz” dediler. Böyle olunca da onları kaynaştırma imkânı olmadı.
Son olarak hocam, yıllardır kelam alanında talebe yetiştiriyorsunuz. Edindiğiniz tecrübelere göre bugün akademide kelam alanında ilerlemek isteyen biri için hangi noktaları vurgulamak istersiniz?
Hangi alanda olursa olsun akademik kariyer yapacak bir arkadaşın lisansta öncelikle telafi etmesi gereken bazı hususlar var. Bunlardan biri, dil ile ilgili boşlukların doldurulması. Arapça, İslami ilimler çalışacak biri için en gerekli olan şey. Diğeri ise, bu bilgi alanını günümüze taşımak için Batı dillerinden bugün yaygın olan İngilizceyi bilmek. Bu iki problem lisansta halledilmeli. Bu bir nevi şuna benziyor.: Bir inşaat yapacaksanız onun altyapısını önceden yapmanız gerekiyor.
Arapça deyince, akla genelde turist Arapçası geliyor. Sultanahmet’te bir turist alıp gezdirebiliyorsan “Arapçan mükemmel” diyorlar. Tamam, turist gezdirmek için Arapçan mükemmel ama ilimle uğraşmak için değil tabi. Şu anda ilahiyat fakültelerinde böyle bir yanlış algılama süreci var. Muhadese, pratik yapma, konuşma falan diyorlar. Bunlar bir turist rehberliğine dönüşüyor. Buna meydan vermemek gerekiyor. Arapçayı yazabilmeli, konuşabilmeli; ama bu ikisinden de önemli olan, anlayabilmeli. Anlama nedir? Anlama, bir edebi metni elinize aldığınızda orada teşbih, temsil, edebi anlatım, mecaz, kinaye varsa bunları kavramayı gerektirir. Bunun yolu Arapçayı belagatı ile beraber okumak. Evet, dil bir alet ama o aletin mahiyetini ortaya koyan iki şey var: Birisi lugat, öbürü belâgat.
Biliyorsunuz, ilkokul çocukları kelimenin sadece birincil manasını anlıyorlar, cümlede de onu kullanıyorlar. Yani ikincil mana, üçüncül mana, mecaz, tevil onlarda yok. Dini ve edebi metinleri anlayabilmemiz için bir kelimeye lugatte verilen zahiri manayla iktifa edemeyiz. Böyle anlarsak dini metinler, düz ve zahiri bir metne dönüşürler. İşte, DAEŞ gibilerin yaptığı, dini metinleri zahiri metin olarak okumak. Yani orada bir teşbih, sembolizm, temsil var ama adamın kafası basmadığı için onu ilkokul çocuğu gibi zahiri manasıyla anlıyor. Bunun önüne geçmenin yolu belâgat. Eskiden medresede belâgat ilimleri okutuluyordu. Bizde sembolik bir belâgat dersi var, iyi de bir Arap hocamız olmasına rağmen ders seçimine gelince öğrenciler dersi seçmiyorlar, kaçıyorlar. Halbuki belâgat olmadan özellikle akademisyen olanların ibareyle oynama imkanı yok. Hem lugat hem de belâgat derinliğiniz olacak.
Bu ikisinin uygulama alanı da edebiyattır. Yani kelimelerin zengin manalarını ve belâgatin zengin kurallarını bir şiir veya metin üzerinde uygularsınız. Edebiyatın akademisyenler için bir faydası da ona zihinsel özgürlüğünü tattırmasıdır. Hayallerinizi edebiyatla uçurabilirsiniz. Nesir metinlerle veya edebi olmayan metinlerle insan, özgürlüğünü ifade edemez. Bunun yanında, kendinizi ifade edebilmeniz bakımından edebiyat çok önemlidir. Sadece Arapça için söylemiyorum. Roman okuyan bir talebenin tez yazmadaki başarısıyla, hiç edebi metin okumamış birininki arasında dağlar kadar fark var. Yüksek lisans tezi yazmaya başlayan tanımadığım bir öğrencinin tezinin on sayfasını okuduğum zaman, bu öğrencinin ilkokulu köyde mi şehirde mi ya da İstanbul’da mı Anadolu’da mı bitirmiş olduğunu anlayabiliyorum. Çünkü şayet İstanbul’da, biraz da merkez bir yerde okumuşsa ona Türk edebiyatının romanlarını okutmuşlardır. En azından birkaç tane şiir okutup tahliller yaptırmışlardır. Talebe, bu kazanımlarını yazmaya başladığı anda rahat rahat satıra dökebiliyor, cümle kurarken hatta düşünürken kendini daha özgür hissediyor.
Suriye’de yaşamış Ebü’l-Alâ el-Maarrî (ö. 1057) diye bir şair var, şiirde sınır tanımıyor, hayalinin götürdüğü şeyleri söylüyor. Musa Carullah diyor ki: “Ebü’l-Alâ el-Maarrî’yi okuduğum zaman insan olduğumun farkına vardım.’’ Bu demek oluyor ki o, zihinsel özgürlüğünü onu okuduğu zaman fark ediyor. Sanki ondan önce zihnine hep sınırlar konmuş, örgüler örülmüş veya birileri ne söyleyeceğini telkin etmiş. Halbuki Ebü’l-Alâ el-Maarri’yi okuyarak kendini rahat, serbest hissediyor.
Edebiyat bana göre çağdaş düşünce açısından çok önemli bir husustur. Fakat dini alanda da en zayıf halkamızdır. Bizim devrimizde imam-hatip okullarında öğrencinin hikaye, roman, masal gibi edebi türleri okuması mâlâyâni olarak görülürdü. O zaman da derinliği, estetiği, düşünce ufku olmayan, çok kitap okumaktan kaynaklı olarak bilgi sahibi, fakat irfandan mahrum “ham ervah” insan tipleri ortaya çıkıyor. Bu, bizim sorunumuz. 13-14 yaşında “şunları, bunları oku!” diye canımıza okudular. Kendimizi bulmamıza, kendi kendimize düşünmemize izin vermediler. Zihnimiz başkaları tarafından hazırlanmış bilgilerle dolduruldu. Seyyid Kutup okunmasın demiyorum ama en azından ilahiyat fakültesine gelindiğinde okunsun ki okuyan kişi her dediğini kabul etmesin, bazı dediklerine itiraz etsin, yargılasın. İngilizlerin her yaşa göre kitap serileri var. Bizde bu yok. Ayrım yapmadan söylüyorum, bu bütün dini ilimler için geçerli. Sadece kelamcılar için değil, hadisçi, fıkıhçı, tefsirci ve felsefeci için de geçerli.
Özellikle kelamla ilgili bir husus söyleyeyim: Bir kimse kelam yapacaksa analitik düşünmeyi öğrensin. Kendi kendine problem çözmeyi öğrensin. Sadece başkalarının çözümlemelerini ezberleyerek kelam olmaz. Deniliyor ki; “Türkiye’deki ilahiyat ve imam-hatip eğitiminin en büyük sorunu ezberci bir eğitim olması. Öğrenci, hazır bilgileri midesine yerleştirip onları hazmetmeye çalışıyor, kendi kendine bilgi üretmiyor.” Sen kendi kendine bilgi üretmezsen, elin müsteşriki bunları hap gibi yapar, der ki: “Sana dini bilgi olarak bu lazım, al bunu oku, bunlarla oyalan, senin düşünmene gerek yok!” Nitekim geldiğimiz nokta da böyle bir şey. Medresede okuyan biri, medrese ile yetiniyor; çağdaş dediğimiz de İngilizce, Almanca, Fransızca literatürü karıştırıyor, o literatürden bir iki tane kitap, makale buldu mu “işi bitirdim” diyor. Onları Türkçeye adapte ediyor, gelip aramızda allame gibi geziyor. Kendi düşüncesinin ürünü değil ki. Bize düşünen, eleştiren, problem edinen, çözen insanlar lazım. Bu, hayatın her alanında gerekli olduğu gibi kelam alanında da gerekli.
Bahsettiğim bu hazırlıkların yanında bir başka meseleye daha değinmek istiyorum. Bazen bir kitabı okumak suretiyle elde ettiğiniz kazanım, on tane kitap okumaktan fazla olur. Bir alanda bir kitap okuyacaksanız, o alanın duayeni bir kitap okumalısınız. Kitap seçmek önemli bir şey. Şimdi olsa kütüphanemdeki kitapların en az yüzde altmışını almazdım ve okumazdım. O kadar kitapla meşgul olmak suretiyle zihinlerimizi karmakarışık hale getiriyoruz. Beş paralık değeri olmayan birçok kitaba para verip almış ve bir sürü zaman ayırıp okumuşum. Halbuki her alanda seçici davranarak kitap okumak lazım. Medresede kitap kıtlığı varmış ama mevcut olanlar kapsayıcı eserler. Bir alanda bir tane ders kitabı yazılıyor ama bakıyorsunuz ki o kitap “efradını cami ağyarını mani” bir kitap. Şimdi fakültede on saat kelam dersi okutuyoruz ama Şerhu’l-Akaid’de verilen genel çerçeveyi veremiyoruz çünkü çocuğa 500 sayfalık bir kaynak kitap tavsiye ediyorsun ama onun 50 sayfası bile onun için gerekli değil. Ama Şerhu’l-Akaid’i okuduğun veya okuttuğun zaman ibarede bırak bir cümleyi, bir kelimeyi bile gereksiz göremiyorsun. Dolayısıyla medresede o alanın temel problematiği veya temel kuralları süzülerek öğrencinin önüne getiriliyor. Onları öğrendiğin anda zihninde birtakım sütunlar oluşturuyorsun ve aralarını kimseye ihtiyaç olmadan kendin doldurabiliyorsun. Trafik işaretleri gibi.. İşaretleri zaten koydun. Ondan sonra diyorsun ki “tamam ben artık kendim giderim. Başkasının rehberliğine ihtiyacım yok.”
Okumayı öğrenmeden okumak demek, yanlışı tekrar etmek demektir. İnşa etmeyi öğrenmeden okumak demek, taklidi yaygınlaştırmak demektir. Alim olmak için de çok kitap okumak gerekmiyor. Bir alanın ana problemlerini bileceğin bir-iki tane kitabı okuduktan sonra o alanı kendi muhakemen ve zihninle inşa edebilme kabiliyetini kazanman gerekiyor. Bizim eğitimimizde bu yüzden filozof yetişmiyor, bu yüzden dünya çapında büyük alim yetişmiyor. Yoksa Anadolu’nun bir çocuğu Amerika’ya gidip iyi bir hocaya denk geldiği zaman Aziz Sancar gibi iyi bir araştırmacı olabiliyor. Fuat Sezgin, biliyorsunuz, İstanbul Üniversitesi’nden atılmış bir zat. Diyor ki: “Atılırken çok üzülmüştüm ama Türkiye’den kovulmak Allah’ın bir lütfuymuş. Yoksa ben İstanbul Üniversitesi’nde kalsaydım Fuat Sezgin olamazdım.” Demek ki bizim sistemimiz böyle bir şey. Bunun değişmesi lazım. Kümeler halinde düşünce üretme merkezlerinin olması lazım. Mesela AGEP’te ben dersimin adını “Kelam Atölyesi” diye koydum. Dışarıdan bu derse gelen, öğrenmeye gidiyorum diye değil, atölyeye gidiyorum, yani oradaki insanların bir parçası olup beraberce bir şeyler üretmeye gidiyorum diye düşünsün. Duygu ve düşüncelerimi bu şekilde dile getirirken sizlere öğrenim hayatınızda başarılar diliyorum.
*Ahmet Tarık Aksan, Abdurrahman Beşikçi, Furkan Demir ve Ömer Yalçınkaya sordu.