İslam Felsefesi Mülakatları Serisi‘ne Cüneyt Kaya hoca ile başlıyoruz.
Türkiye’de son yıllarda İslam düşüncesi alanında telif ve tercümede gözle görülür bir artış var. Halihazırda bu alanda yapılan çalışmaların niteliği hakkında neler söylemek istersiniz? Yetersiz, eksik gördüğünüz noktalar neler? Ayrıca bu artışı arz talep ilişkisi çerçevesinde yorumlarsak İslam düşüncesi klasikleri niçin bu kadar ilgi görüyor?
Tam da bu başlıkla kısa bir yazı kaleme almıştım. Orada da değindiğim üzere, bu tür mevzuların gündeme gelmesi, revaç bulması için arkasında güçlü bir desteğin olması gerekiyor. Bu desteğin hiç şüphesiz ekonomik, siyasî, ideolojik ve toplumsal boyutlarından ve bu boyutlar arasındaki girift ilişkilerden söz edilebilir. Türkiye’de bazı büyük bankaların yayın dünyasında oynadıkları rolü biliyoruz. Belli ideolojik kaygılar etrafında sahip oldukları sermayeyi kültür hayatına istikamet vermek için kullanıyorlar ve bu konuda da bir hayli başarılı oldukları görülüyor. Diğer yandan Cumhuriyet’in erken devirlerinde Hasan Âli Yücel’in öncülüğünde hayata geçirilen tercüme faaliyeti de bu desteğin devlet cephesinde nasıl tecessüm ettiğinin güzel bir örneğidir. Sol düşünce birikiminin ya da Arap dünyasındaki ve Hint alt-kıtasındaki İslamcı literatürün Türkçeye aktarılması yönündeki mesai ise meselenin ideolojik boyutları açısından pekâlâ değerlendirilebilir. Tabii ki, bütün bu destekler ya güçlü bir toplumsal tabana yaslanıyor, ya da ısrarlı çabalar sonucunda kendisine belli bir toplumsal zemin inşa ediyor, geliştiriyor.
İslam düşünce klasiklerine son yıllarda artan rağbetin gelişen ve değişen toplumsal tabanla yakından irtibatlı olduğunu düşünüyorum. 1980’lerden bu yana nicelik olarak gittikçe büyüyen ve nitelik olarak da önemli dönüşümler geçiren bir kitleden söz edebiliriz. Bu kitlenin ticaretten siyasete, eğitimden kültüre pek çok alana yayılışının etkilerini hem yaşıyor hem de bunlara şahitlik ediyoruz. Basitçe söylersek, her yönüyle “şanlı” geçmişinden kopartıldığını düşünen ve maddî-manevî kurtuluşun bu geçmişe tekrar hayatiyet kazandırmaktan geçtiğini düşünen bir kitle bu. Tabii, bunun nasıl ve hangi zeminde gerçekleştirileceği, önceliklerin ne olacağı gibi konularda bu kitlenin yeknesak bir yapı arz etmediğini biliyoruz. Ama yine de geçmişi keşfetmeye dönük bitmek tükenmek bilmeyen bir arzunun ortak paydayı oluşturduğunu söyleyebiliriz. İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri, bu noktada, geçmiş ile irtibat kurmayı sağlayabilecek anahtar kurumlar olarak karşımıza çıkıyor. Her iki kurumun da nicelik olarak hızlı artışı ve bu niceliğin artışıyla yarışacak düzeyde olmasa da nitelik açısından da hemen göze çarpan gelişim seyri, İslam düşünce klasiklerine yönelik ilgiyi beslediği gibi, bu ilgiye karşılık verebilecek uzmanların yetişmesine, bu klasiklerin resmî ya da özel çeşitli eğitim kurumları ya da sivil toplum kuruluşlarının müfredatlarına girmesine de imkân tanıdı. Hiç şüphesiz, en azından son yirmi yılda kesintisiz olarak siyasî iktidarı elinde tutan kadroların da yukarıda bahsi geçen kitlenin bir parçası olmaları, bu gelişimin süreç içinde iktidarın desteğini de kazanmasına yol açtı. İktidarın bilinçli desteği, öncelikle ve çoğu zaman sadece İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri’nin sayıca çoğalmasıyla sınırlı olsa da İslam düşünce klasiklerinin yayınına özel önem atfeden Kültür Bakanlığı’na bağlı Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı’nın kurulmasının (2010), devlet desteği açısından kritik bir önemde olduğu söylenebilir.
Sorunuzdaki yetersizlikler ve eksikliklere gelince: Bir açıdan bakarsanız, bahsettiğim niceliksel artışla karşılaştırıldığında, bu alandaki çalışmaların nitelik olarak beklentinin hayli gerisinde olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Türkiye’de İslam düşünce klasiklerinin neşri, tercümesi, yorumlanması ve eğitim-öğretim aracı olarak kullanılması daha ziyade İlahiyat Fakültelerinde faaliyet gösteren akademisyenlerle ilişkili (tabii, bu meselenin sadece İlahiyat Fakülteleriyle irtibatlı bir hal arz etmesinin, Türkiye’deki entelektüel hayat açısından ne tür sorunlara yol açtığı ayrı bir bahis olarak konuşulmalı). Türkiye yükseköğretim sisteminin malul olduğu sorunları zaten bünyesinde barındıran bu fakültelerin hem kendilerine has yapısal problemleri hem de gittikçe daha içinden çıkılmaz hale geldiği izlenimi veren zihniyet açmazları, maalesef beklenen standartlara ulaşmayı engelliyor.
“İslam düşüncesi” deyince genellikle kelam, tasavvuf ve felsefeyi içine alan daha geniş bir yapı kastedilir, ama ben burada biraz daha iyi bildiğimi düşündüğüm İslam felsefesi özelinde sorunuzu cevaplamaya çalışayım. İslam felsefesi belki de bu alanlar içerisinde görece en iyi durumda olanı. Bunun muhtemel sebepleri üzerinde daha uzun boylu düşünmek gerekiyor. Benim şimdilik görebildiğim en önemli sebep, İslam felsefesi çalışmalarının, diğer alanlara kıyasla daha yoğun ve canlı bir uluslararası vasatının olması. Bu vasat, hem akademik gündemlerin zenginleşmesinde ve yeni yönelimlerin ortaya çıkmasında, hem de çalışmaların kalitesine olumlu yönde katkı sağlıyor. Tabii bunda, bilhassa Avrupa ve Amerika’da hâlâ İslam felsefesinin önemli bir araştırma gündemi olarak varlığını sürdürmesinin de önemli bir etkisi var. Ayrıca söz konusu coğrafyalardaki İslam felsefesi çalışmaları sadece tarihî ya da filolojik araştırmalardan da ibaret değil; bilakis Antik ve Helenistik felsefî geleneğin devamı olarak İslam felsefesi kavramsal ve teorik düzeyde de ciddi bir şekilde inceleniyor. Mesela aynı durum, eğer yanılmıyorsam, naklî bilimler için o kadar da geçerli değil. Oryantalizmin ilk dönemlerinde daha yoğun bir şekilde incelenen hadis ve fıkıh gibi alanların, bahsi geçen coğrafyalarda eskisi gibi revaçta olmadığı görülüyor; yapılan çalışmalarda da tarihî perspektif sanki daha ağır basıyor. Kelâm ve tasavvufun durumu ise hadis ve fıkha göre daha iyi. Fakat Türkiye’deki kelâm ve tasavvuf çalışmalarının bu uluslararası literatürle canlı bir ilişkisi ve diyaloğu yok; bu alanlar genellikle kendi içine kapanık, yani Türkiye gündemiyle sınırlı bir mahiyet arz ediyor.
İslam felsefesi çalışmalarına biraz daha yakından baktığımızda, bunların “büyük” filozoflar (bilhassa Fârâbî ve İbn Sînâ) etrafına kümelendiğini ve genellikle 8-13. yüzyıl arasına sıkıştığını görmekteyiz. Son 10-15 yıl içinde klasik-sonrası, ikinci klasik ya da müteahhir dönem olarak adlandırılan zaman dilimine yönelik ciddi bir yönelimin olduğunu biliyoruz. Bu dönemin de “büyük” ismi olarak Fahreddin er-Râzî ön plana çıkıyor. Bu yeni gündemde, İslam entelektüel tarihine dair Avrupa ve Amerika’daki çalışmaların da Râzî ve sonrasına ciddi bir şekilde yönelmelerinin önemli bir rolü var, hiç şüphesiz. 13. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar geniş bir zaman dilimini kapsayan söz konusu araştırma gündeminde yapılacak çok iş var gerçekten. Temel düzeyde kişi, eser ve ilişki ağlarına dair envanterlerin çıkartılması; eserlerin neşredilmesi, kişi ya da problem odaklı monografilerin yazılması; kişilerin, eserlerin ve teorilerin muhtelif bağlamlarda değerlendirilmesi gerekiyor. Bahsi geçen dönem, aynı zamanda ilimler arasında yoğun geçişkenliğin yaşandığı ve oldukça çetrefil bir akıl yürütme, dil/üslup ve yazım tarzının geliştiği bir dönem. Henüz bu dönemin nasıl çalışılabileceğiyle ilgili yerleşik yöntem/yöntemlere sahip değiliz; yakın gelecekte bu yönde ciddi denemelerin ortaya konulması en büyük temennimiz.
Öbür tarafta, 13. yüzyıl öncesine gelecek olursak, Türkiye’de bu dönem hakkında ciddi bir birikimin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama bu birikim genellikle yukarıda bahsettiğim “büyük filozoflar”la sınırlı ve onlara dair de her şeyi bildiğimizi ileri sürmek biraz iddialı olur. Ne yazık ki, belli meselelere (çoğunlukla metafiziğe, metafizik içinde de felsefî teolojiye) odaklanan, birbirine benzer çok çalışma var Türkçe literatürde. Diğer yandan belki Türkiye’ye özgü şartlar dolayısıyla araştırmacılar genellikle çok geniş bir ilgi alanına sahip olmak durumunda kalıyorlar ve bu da çalışmaların derinleştirilmesine engel oluyor. Türkiye’de herhangi bir uzmanlığın şimdiye kadar gelişmediği alanlar da var. Mesela Yunanca felsefî literatürün Arapçaya aktarılışı konusunda bir uzman yetiştirebilmiş değil. Aynı durum neredeyse Süryaniceden ya da Pehleviceden Arapçaya yapılan tercümeler için de geçerli. Bu alanda çalışmak için söz konusu dilleri filolojik düzeyde bilmek yanında iyi bir tarih birikimine sahip olmak ve elyazması kültürüyle ciddi seviyede ilgilenmek de gerekli. Bu uzmanlıkları bir kenara bıraksak bile, tek başına Antik Yunancayı bilmenin İslam felsefesi çalışmalarına nasıl yeni açılımlar getirebildiğini yakın geçmişte Ali Tekin ve Hümeyra Özturan’ın çalışmaları sırasıyla mantık ve ahlak alanında gözler önüne serdi. Dil faktörünün sağlayacağı yeni imkânlar dışında bir başka husus da “bilimler”. Malumunuz, bu dönemde felsefe, “bilimler”i de bünyesinde barındırıyordu ve filozoflar aynı zamanda günümüzün bilim insanı rolüne de sahipti. İslam felsefesi çalışmalarını derinleştirecek ve filozofların öğretilerini daha bütüncül ve doğru bir şekilde değerlendirmemizi sağlayacak hususların başında, onların muhtelif bilim dallarıyla ilgilerini de araştırma gündemimize dâhil etmemiz geliyor.
Söz konusu alanda yapılan klasik metinlerin tercümelerine yoğunlaşacak olursak, hem bir devlet kurumu olarak Türkiye Yazma Eserler Kurumu hem de Litera ve Klasik gibi yayıncılar sayesinde çeviri eserler basılıyor. Birincisi, bu tercümelere olan ilgi ne durumda? İkincisi, tercümelerin Türkiye’deki İslam düşüncesi çalışmalarına akademik kaynak anlamında katkısı neler oldu? Üçüncüsü de tercümelerin günümüz muhatapları için yeterli bir düzeye geldiğini düşünüyor musunuz? Belirli bir ortak terminolojinin teşekkül ettiğinden söz edilebilir mi?
Türkiye’nin kültür hayatında tercümenin eskiden beri önemli bir yeri var ve bugün için de tercüme faaliyeti bu yerinden herhangi bir şey kaybetmiş değil. İslam düşüncesi klasikleri açısından yukarıda bahsettiğim toplumsal değişimler, haliyle bu tercümeler için hem motivasyon kaynağı hem de onların pazarını oluşturuyor; yani birbirini destekleyen süreçler var sanki. Arapça-Türkçe karşılıklı olarak basılan metinler bilhassa eğitim aracı olarak da kullanıldığından daha da revaç buluyor. Hâsılı, bu ilginin ve üretimin devam edeceği konusunda ümitvarım. Ama bu aşamada tercümelerin niteliği konusunda yapılması gereken çok iş var. Tercümede yapılacak iş öncelikle orijinal metinden başlamak durumunda. Bunun sebebi, İslam düşünce klasiklerinin pek çoğunun Yunanca ya da Latince klasiklerde olduğu gibi “kanonik” neşirlerinin bulunmaması. Dolayısıyla elimizdeki neşirlere çoğu durumda ihtiyatlı yaklaşmak durumundayız. Bunun için de eserin elyazmalarına da müracaat etmek gerekiyor. Bu durumda tercüme basit bir diller arası aktarım olmaktan çıkıyor ve metni bir anlamda yeniden inşa anlamına geliyor. Bu ise elyazması kültürüne ve metin tenkidi çalışmalarına aşina olmayı icap ediyor ki, diğer disiplinlere kıyasla Türkiye’deki İslam felsefesi araştırmacılarının bu alana –dil/filoloji ve tarih alanına olduğu gibi- biraz mesafeli durduklarını söyleyebilirim. İSAM ve Türkiye Yazma Eserler Kurumu’nun gayretleriyle elyazması kültürü ve tenkitli metin neşri konusunda ciddi bir birikim oluşmaya başladı, ama maalesef pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da gelenekten gelen herhangi bir mirasa sahip olmadığımızdan her şeyi yeniden keşfetmek durumundayız ve bu hem gelişmeleri yavaşlatıyor hem de fark etmeden yanlış yollara dalıp vakit kaybetmeye yol açıyor. İşin metin kısmını bir kenara bırakırsak, tercümelerde gördüğüm en büyük eksiklik, tercümelerin doyurucu girişler ve metni anlamayı sağlayacak açıklayıcı notlar olmaksızın çoğu kez “yalın” bir şekilde okuyuculara sunulması. Hâlbuki tercümelerin başında yazarı, eserin yazara aidiyetini, yazarın diğer eserleriyle ilişkisini, eserin genel yapısını, iddialarını, literatürdeki alımlanışını ele alan bir girişin olması lazım. Tercüme boyunca da mütercimin, yazarın yaptığı atıfları tespit etmesi, muğlak yerleri şerh etmesi, farklı anlam ihtimallerine işaret etmesi beklenir. Terminoloji konusuna gelince, Türkiye’de en netameli meselelerin başında “dil”in geldiğini hatırlamamız iyi olur. Her alan gibi genel olarak felsefe alanında da ortak bir terminolojiden söz etmek çok zor. Bu noktada İslam felsefesi çalışmalarının biraz daha avantajlı olduğunu söyleyebilirim; zira aşağı yukarı ortak bir dil ve terminoloji var. Bu dilin oluşmasında hiç şüphesiz Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin rolünü vurgulamak gerekir. İslam felsefesi çalışanlar doğal olarak Arapça kullanımları biraz daha önceliyor. Bunun genel okuyucu kitlesinin meselelere nüfuz etmesine engel olduğu ileri sürülebilir, ama tercümelerin bahsettiğim özellikleri taşıması durumunda bunun büyük bir engel olmaktan da çıkacağını düşünüyorum.
Günümüz okuyucusundan kastımı açmam gerekirse örneğin sosyal bilimler alanında çalışma yapanlar metindeki bazı Arapça kavramları anlamakta zorlanmaktalar. Bunun için bir şey yapılabilir mi?
Görece yerleşiklik kazanmış kavramları/terimleri, sırf birileri anlamıyor diye, başkalarıyla değiştirmeyi pek doğru bulmuyorum. Bu kavram/terimlerin muadilleri bulunabilir ve yeri geldikçe onlar da kullanılarak okuyucunun anlama çabasına katkıda bulunulabilir. Ama şunu hatırda tutmak lazım: İslam felsefesi bilimsel bir disiplin ve bu disiplinin kendisine has (yerleşik ya da değil) kavramları/terimleri var. Nasıl ki, başka bir disipline merak duyan birisinin, o disiplinin kavramlarının/terimlerinin “anlaşılmaz” olduğunu ileri sürüp şikâyet etmesinin bir anlamı yoksa aynı şey İslam felsefesinin kavramlar/terimleri için de geçerli bence. Gerektiğinde İngilizce, Almanca, Fransızca gibi modern dillerden, ya da Yunanca veya Latince gibi klasik dillerden kavramları/terimleri anlama konusunda gösterilen çabanın aynısını, ihtiyaç duyuluyorsa, Arapça kavramlar/terimler için de beklemek hakkımız sanırım. Tabii, felsefe metinlerini roman okur gibi okuyup anlamak isteyenler varsa, onlara yapacak bir şeyimiz yok!..
Bir de akademik kaynak anlamda katkısı nedir, sorusu vardı. Şunu demek istiyorum yani, ilahiyatlarda nitelikli Arapça eğitimi verilmediği zamanlarda insanlar bu klasik metinlere biraz mesafeli duruyorlardı. Bugün tercümeler var. Bu tercümeler tez yazımında ya da diğer çalışmalarda yardımcı oluyor mu?
Şüphesiz bu tercümelerin kaynak çeşitliliği yarattığını da belirtmeliyiz. Dediğiniz gibi bugün Türkiye, İlahiyat Fakültelerinin öncülüğünde Arapça eğitimi konusunda ciddi bir mesafe kat etti. Ama bu eğitimin, büyük oranda gündelik ve pratik dile odaklandığını da hatırda tutmalıyız. Klasik metinlerin dünyasına nüfuz etmeyi sağlayacak Arapça için yine de özel olarak çaba göstermeniz gerekiyor. Arapça eğitiminin daha zayıf olduğu dönemlerde orijinal metinlere erişim de onlara nüfuz da ciddi bir meseleydi. Bugün bu sorunlar temel düzeyde aşılmış durumda. Klasik metinlerin tercümeleri, yol gösterici, eğitimde kullanılabilen ve metne hemen nüfuz edebilmenizi sağlayan aracılar, ama yine de orijinalleriyle eşdeğer görme taraftarı değilim. Klasik metinlerin tercümelerinin artışı, bu metinlerin tanınırlığını artırsa da akademik çalışmayı bunlar üzerine inşa etmek çoğu durumda riskli. Mütercimin hata edebileceği, yanlış anlamış olabileceğini her zaman akılda tutmak lazım (bu şüphe neşirler için de geçerli). Akademik bir çalışma için aslolan, orijinal metinle hemhal olup onu didik didik etmek olmalı.
Şimdi bu sorunun sınırını aşmak istemiyorum ama İslami ilimlerin diğer alanlarında örneğin fıkıh ve hadiste mutavvel bazı eserlerin tercüme edilmesi eleştiri konusu olabiliyor. Sormak istediğim, İslam felsefesi alanında da böyle bir durum var mı?
Tercümeyi ciddi bir iş olarak gören birisiyim. Klasik metinler için de modern metinler için de “Bunları tercüme etmeye ne gerek var? O dili bilenler zaten aslından okur” şeklinde beylik bir eleştiri vardır. Bunu her bir eser özelinde ayrıca düşünüp değerlendirmek lazım. Bana göre ister klasik isterse modern bir metnin olsun, iyi bir tercüme bir metni ve o metin yoluyla bir düşünürü, bir problem alanını gündeme getirmesi açısından eşsiz bir olanak sunmaktadır. Burada önemli olan husus, tercüme edilen eserin hacmi değil, tercümeye verilen emektir; emek mahsulü bir tercüme mutlaka bir boşluğu doldurur, alana katkı sağlar, çalışmaların önünü açar.
İlk iki sorudaki gelişmelere binaen Türkiye’de İslam düşüncesi alanında bir canlanma olduğu aşikâr. Türkiye’de yapılan halihazırdaki çalışmaları Batı’daki çalışmalarla karşılaştırmanızı istesek neler söylersiniz?
Batı akademyasının, diğer alanlarda olduğu gibi, İslam araştırmalarında ve bunun içinde de özel olarak İslam düşüncesi ve İslam felsefesi çalışmalarında kendisine özgü işleyen bir sistemi var. Alanda çalışan insan sayısı Türkiye’dekiyle kıyaslanınca belki oldukça az, ama daha uzun soluklu, daha “iş birliğine” dayalı, daha köklü ve esaslı işler yapabiliyorlar. Bunu sağlayan faktörler özel olarak incelenmeli, ama benim ilk bakışta dikkatimi çeken en önemli nokta, meseleleri tarihî ve problematik bağlamı içinde ve literatürle hesaplaşarak sunabilmeleri. İslam felsefesine dair Türkiye’deki her geçen gün zenginleşen ve derinleşen birikim, ne yazık ki, bu yönlerden eksik olduğu için yapılan çalışmalar da birbirini tamamlayan ve ilerleten bir mahiyet arz edemiyor. Bu kıyaslama, Batı’da yapılan çalışmaların mükemmel ve hatasız olduğu anlamına gelmiyor tabii ki. Kimi zaman çok sınırlı bir alana hapsolmalarından, kimi zaman benimsedikleri yaklaşım tarzının ön kabullerinden, kimi zaman da İslam kültür ve medeniyetine nüfuz eksikliklerinden kaynaklanan hatalı yorumlarla pekâlâ karşılaşabiliyoruz. Buna rağmen, bu çalışmaları akademik olarak muhatap almamızın Türkiye’deki çalışmaların kalitesini yükselteceğini düşünüyorum. Aksi halde “kendi çalıp kendi oynayan” ve bunu “yerlilik ve millilik” kisvesiyle meşrulaştırmaya çalışan verimsiz ve geleceksiz bir alana dönüşmek kaçınılmaz olacak.
Önceki soru ile irtibatlı olarak, Türkiye’de özellikle telif düzeyindeki çalışmalar yurtdışında özellikle de Batı’da ne kadar biliniyor? Bununla birlikte bu çalışmaların yurt içinde ilahiyat dışındaki sosyal bilimler ve benzeri alanlarda gerek öğrenci gerek akademisyen düzeyinde ne tesiri oldu?
Batı’da Türkçe İslam felsefesi çalışmalarının çok bilindiğini söyleyemem. Bunun önündeki en büyük engel tabii ki Türkçe. İslam düşüncesiyle ilgilenen Batılı araştırmacılar Arapça yanında Farsça biliyorlar, ama Türkçe neredeyse sadece Osmanlı çalışanların bildiği bir dil. Sanki Osmanlı ve Türkler, İslam düşüncesinden ayrıştırılmış gibi bir manzara var aslında. Bunun arkasındaki siyasî ve ideolojik saikler incelenmeyi hak ediyor tabii ki. Son yıllarda 13. yüzyıl sonrasına yönelik artan ilgiden bahsetmiştim. Bu açıdan Osmanlı mirası ve Türkiye’de yapılan çalışmalar Batılı araştırmacılar açısından bakir bir alan ve eminim ileride bu dünyayı keşfetmek için Türkçe öğrenecekler de çıkacaktır. Diğer yandan İSAM ve Türkiye Yazma Eserler Kurumu tarafından yapılan metin neşirlerinin takip edildiğini belirtmeliyim. Bu çerçevede özel bir örnek olarak Nazariyat’a da atıfta bulunmalıyım. Hem müteahhir döneme atfettiği özel önem hem de Türkçe yanında İngilizce de yayınlanması sebebiyle Nazariyat, Türkiye’deki İslam felsefesi çalışmalarının uluslararası düzeyde tanınmasında önemli bir rol oynuyor.
Sorunun ikinci kısmı da İlahiyat dışında, felsefe, sosyal bilimler alanlarında hem öğrenci hem akademiysen düzeyinde tesiri ne oldu?
Niceliksel artışın beraberinde bir imkân sahası yarattığı ileri sürülebilir, ama bu imkân ne oranda gerçeklik kazandı, ona dair kesin bir şey söyleyemem. Türkiye’de sosyal ve beşeri bilimlerin pek çok alanında hâkim paradigmaların, İslam düşüncesine mesafeli olduğu hatırda tutulmalı. Bu işin bir yanı. Diğer taraftan ise İslam düşüncesi çalışanların da araştırma gündemlerini farklı kesimlerin dikkatine sunmakta eksikliklerinin olduğunu kayda geçirmeli. Her iki durumu da bugünden yarına değiştirmek mümkün değil. Ama yakın gelecekte makul bir noktada buluşulabileceğini umuyorum.
Son olarak bu alanla ilgili yapılan çalışmaların tümünü göz önüne aldığımızda İslam düşüncesi klasiklerinin günümüz insanının teorik ya da pratik problemlerine çözüm bulma anlamında hangi imkanlara sahip olduğu söylenebilir? Bu alandaki çalışmaları arkeolojiden kurtarıp günümüz için de anlamlı hale nasıl getirebiliriz?
Bu konu gündeme gelince nedense hep arkeoloji örnek verilir; hâlbuki arkeolojinin özü itibariyle değerli bir bilim dalı olduğunu, insanlığın tarihi hakkında bize çok kıymetli bilgiler verdiğini herkes kabul eder. Ama iş felsefenin, düşüncenin tarihine gelince, nedense burun kıvrılır, küçük ve değersiz görülür. Ben, akademik bir disiplin olarak İslam felsefesini, öncelikle felsefe tarihçiliğinin bir alt dalı olarak gören ve o çerçevede çalışan birisiyim. Bu, onun günümüz için anlamsız olduğu manasına gelmiyor, bana göre; çünkü bir şeyin günümüz için anlamlı olmasını, onun somut, güncel, pratik meselelere bir an önce çözüm üretmesi ile özdeşleştirmiyorum. Felsefe/düşünce tarihçiliğinin nesnesi geçmişte olsa da öznesinin, yani araştırmacının bugüne ait olduğunu vurgulamalıyım. Bu açıdan bu özneyi, düşüncenin belli bir tarihte, belli bir coğrafyada, belli kişi ya da kişilerdeki tezahürlerini incelemeye iten saiklerin, kullandığı yöntemlerin ve ulaştığı sonuçların, yaptığı yorumların hepsi günümüze ait. Düşüncenin tarihsel şartları, gelişimi, aktarımı, dönüşümü ve yorumlanış şekilleri; bugünü anlama ve yorumlamada derinlik ve ipucu sağlayan unsurlar. Dediğim gibi benim derdim güncel, pratik, somut problemlere çözüm üretmek değil; bilakis problemleri daha iyi anlayabilmek ve yorumlayabilmek. Bu noktada İslam düşüncesinin küresel düşünce tarihi açısından taşıdığı değer yanında üzerinde yaşadığımız coğrafya için daha özel bir anlamının olduğunu biliyoruz. İslam düşüncesine nüfuzumuz arttıkça, günümüzü anlamada ve değerlendirmede ayağımızı daha sağlam yere basacağımız kanaatindeyim. Bunun için ise bir yandan bitip tükenmek bilmeyen bir keşif çabasına, diğer yandan ise keşfedilenleri yorumlama ameliyesine ihtiyaç var. Bu ikisinin birbirini destekleyerek ilerlediği bir vasatta İslam düşüncesinin günümüz için bir anlam ifade etmesini umabiliriz.