Necmettin Kızılkaya, İSİF Kulübü etkinliği kapsamında vermiş olduğu konferansta, özelde Fıkıh ilminin ve diğer İslami İlimlerin günümüz modern dünyasına ne söylediğinden bahsetti. Fatih Doğan konferansa dâir yazdı.
Bu dönem misafir ettiğimiz değerli hocalarımızdan biri de Doç. Dr. Necmettin Kızılkaya idi. Necmettin Kızılkaya, hâlihazırda İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku Anabilim Dalı’nda öğretim üyeliğinin yanında, İSAR Akademik Kurul üyeliği ve İKAM Yürütme Kurulu üyeliği de yapmaktadır. Hocanın temel ilgi alanları arasında İslam hukuk tarihi, İslam hukukunda ortaya çıkmış alt edebi türler, fıkıh ve modernite, İslam iktisadı ve güncel fıkhi problemler yer alıyor.
Başlığı “Fıkıh Günümüze Ne Söyler?” şeklinde bir soru olan konferansımıza Necmettin hoca, bu sorunun genişletilmiş haliyle başladı: “İlim olarak fıkıh, günümüz insanına bir şey söylüyor mu, söylüyorsa neler söylüyor, söylemiyorsa neden söylemiyor?” Bu soruya doyurucu bir cevabın verilebilmesi için, arka planın iyi bir şekilde inşa edilmesi gerekiyordu; nitekim hoca da temelde bu problemlerin üzerinde durmak yerine, fıkıh ilminin ortaya çıkışı, temel varsayımları ve üzerinde kurulu olduğu ontolojik temeller ve bu temellerin modern dönemde uğradığı aşınma ve değişime temas ederek başladı.
Hocanın ilk değindiği ve konferans boyunca atıf yaptığı husus, her ilmin üzerine kurulu olduğu ontolojik, varoluşsal bir zeminin olduğu gerçeğiydi. Müslüman toplumların da böyle bir zemini vardır ve şer’î ilimler bu zemin üzerinden ortaya çıkıyor ve uygulama alanı da bu zemin üzerinden gerçekleşmiştir. Hocanın, konferansın temel sorusunun cevabını ontolojik zeminle irtibatlandırması, öncelikle bu ontolojik zeminin izah edilmesini gerekli kılıyordu. Buna göre Müslüman toplum, Kur’an vahyi ile birlikte varlık alanına çıkıyor ve Hz. Peygamber’in tebliğiyle canlı bir şekilde yaşam alanı buluyor. Bu açıdan bakıldığında, Müslüman toplumun ontolojisini/varoluşsal zeminini Kur’an-ı Kerim teşkil ediyor ve bunun pratiğe aktarımı Hz. Peygamber vasıtasıyla gerçekleşiyor. Yani bir yandan nazil olan bir vahiy, öte yandan Hz. Peygamber’le birlikte amele taalluk eden bir yönü var.
Sahabenin, Müslüman toplumun ontolojik zeminini teşkil eden Kur’an ve sünnetle kurduğu ilişki ile bizim kurduğumuz ilişki arasında ciddi bir fark olduğunu söyleyen hoca, bunu şöyle açıkladı: “Kur’an dediğimizde bizim aklımıza iki kapak arasında yer alan bir mushaf geliyor ama sahabenin Kur’an tasavvuru, Hz. Peygamber’in amelinde somutlaşmış, uygulamaya dönüşmüş mahiyete sahiptir. Bu açıdan sahabenin Kur’an’la kurduğu ilişki, tecrübi ve uygulamaya dayalı bir ilişki iken daha sonra gelenlerin kurduğu ilişki aktarımsal, metinsel bir ilişkidir. Sahabe, ayetlerin indikleri bağlama da bizzat şahitlik ediyorlardı, buna karşılık daha sonra gelenler için bu bağlamı ancak sebeb-i nüzul ile yani rivayet yoluyla öğrenmek dışında bir alternatif bulunmamaktadır.”
Hoca daha sonra, sahabenin vahyi yaşamlarına uygulayabilmesinin, vahyin, Peygamber dışındaki insanlar tarafından da hayata tatbik edilebileceğinin kanıtı olduğunu vurguladı. Nitekim sonraki nesil olan “tabiin” nesli de sahabeye tabi olarak Peygamber’in öğretisiyle bir bağ kuruyordu. Buradan ulaşabileceğimiz bir başka sonuç da sahabenin Peygamber Efendimizi örnek alarak ortaya koymuş olduğu fiillerin, İslam toplumunun asgari müştereklerini oluşturmasıydı.
Necmettin hoca, dinin esaslarına dair temel bilgilerin sahabeye tevatüren geldiğini ve sahabenin tevatür yoluyla gelen bu bilgi üzerinde icma ettiklerini söyleyerek, bu bilgilerin sıhhati konusunda şüpheye yer olmadığını hatırlattı. Hoca burada mütevatiri, “İslam toplumunun varoluşsal zemini olan ve kimliğini belirleyen hususlar” olarak tanımlayarak, bilinen genel manasından ayırdı. Hoca sözlerine şöyle devam etti: “Bu doğrultuda mesela ezan tevatür kapsamındadır; ilk defa nasıl okunduysa Müslüman toplumlarda tarih boyunca günümüze gelinceye kadar hep aynı şekilde okunur. Örtünme de üzerinde icma edilen mütevatir bir bilgidir. Siz ayetin kendisini esas alırsanız manasını farklı şekillerde yorumlayabilirsiniz, ancak ayet, Hz. Peygamber’in eşlerinin ve sahabe hanımlarının örtünme şekliyle birlikte nesilden nesle aktarılan mütevatir bir bilgiye dönüşmüştür.” Hoca, burada belki de akıllarda tutulması gereken en önemli noktalardan birine işaret etti: “Şer’î ilimler tevatüren aktarılmış bilginin senedini sorgulamıyor, çünkü her taraftan zihninize inşa ediliyor. Ontoloji, bu şekilde tevatüren aktarılmış bir zeminde oluşuyor. Müslüman toplumun varoluşsal esaslarını teşkil eden hususlar, tevatüren aktarılmış bilgi üzerinden şekilleniyor.”
Peki, İslam medeniyetinin Kur’an ve sünnet temelli bir ontolojisi, bunun üzerine inşa edilmiş dört başı mamur şer’î ilimleri var iken, ne oldu da biz “Fıkıh Günümüze Ne Söyler?” gibi bir soru sorma ihtiyacı hisseder hale geldik? Hoca bu durumu şöyle açıkladı: “19. yüzyıla geldiğimizde bir paradigma değişimi yaşanıyor. İslam dünyası Avrupa’nın üretmiş olduğu bilginin, o bilginin ürettiği kurumların etkisi altında kalıyor. Müslüman âlimler/entelektüeller/düşünürler bu değişim/dönüşüm karşısında “Sorunun ne olduğu ve bunun nasıl çözüleceği” gibi iki meydan okumayla karşı karşıya kalıyor. Burada özellikle değişimi vurgulayan kişiler geçmişi sorgulamaya başlıyorlar: Bir bozulma varsa, geçmişle yüz yüze gelmek gerektiğini söylüyor ve bir suçlu arıyorlar. Buldukları ilk suçlu ise Müslüman toplumun davranışlarını, ortaya koyduğu pratiği inceleyen ve buna yön veren fıkıh ilmi oluyor. Aslında karşılarında bir yandan modernitenin getirdiği sorunlar, diğer yandan ise bunlar ile uyum noktasında bazı sınırlamalar getiren bir ilim bulunmaktaydı. Bu durum 19. yüzyıldan günümüze çok fazla değişmedi; bugün de karşılaşılan sorunlar ile ilgili çözümler üretilmeye çalışılırken hala geçmişten bir suçlu aranmaya devam edilmektedir.”
Hoca, 19. yüzyılda yaşamış olan Müslüman entelektüellerin fıkhı suçlu bulmalarının bir sonucu olarak yeni bir İslam tarihi tasavvurunu öne sürdükleri üzerinde durdu. Daha sonra modernitenin, İslam medeniyetinde var olmuş ve yerleşmiş olan unsurları da sorunsallaştırdığını şöyle ifade etti: “19. yüzyıl Müslüman entelektüellerin üzerinde durduğu nokta, öze/kaynaklara dönüş, naslara vurguydu. Suçlu aranırken Asr-ı Saadet dışarıda bırakılarak suçlu bir tarih inşa etmeye başladılar: Asr-ı Saadet iyiydi, Müslümanlar başarılı bir model ortaya koydu, Asr-ı Saadet’ten itibaren yavaş yavaş bozulma oldu ve günümüzde bu bozulma zirveye ulaştı. Avrupa’nın, modernitenin ürettiği bilgiyi ve kurumları herkese mutlak hakikat olarak dayatma özelliği var. Devlet, kanunların devlet tarafından yapılması, eğitimin merkezileşmesi gibi modernitenin getirdiklerinin mutlak doğru kabul edilmesi, geçmişte problem olarak görülmeyen meselelerin sorun olarak görülmesine yol açtı. Kölelik, başörtüsü bunlara örnek olarak zikredilebilir. Modern dönemde yaşayan Müslümanlar bunlarla hesaplaşmak, boğuşmak zorunda kaldılar. Bu hesaplaşma neticesinde, Asr-ı Saadet ve naslar üzerinden bilgi üretilmeye başlandı. 19. yüzyılda ortaya çıkan ıslah, tecdid, reform hareketlerinin tamamının nassa vurgu yapmasının sebebi de budur. Selefilerin de, reformist ve modernistlerin de temelde vurgusu nassa dönüştür. Bir başka ifadeyle, değişim ve dönüşümü savunanların birleştiği nokta naslar üzerinden bilgi inşa etmektir.”
[Toplumun Pratiklerinin Değişmesi ve İlimlerin Mevzusuz Kalması]
Necmettin hocanın, bir yandan naslar üzerinden bilgi üretilmeye başlanması, diğer yandan paradigmanın değiştiğini ve asırlardır üzerinde kurulu olunan ontolojik zeminin de kayarak bugüne kadar üretilen bilginin boşa çıktığını söylemesi, bizi sorumuzun cevabına bir adım daha yaklaştırıyordu. O güne kadar süregelen İslami ilimler geleneği, bir önceki nesilden aktarılmak suretiyle teşekkül etmişti. Hoca bu hususu somutlaştırmak amacıyla, etbâu’t-tâbiîn döneminde tedvin edilen ilimlerin, kendinden önceki tâbiîn ve sahabe neslinden aktarılan bilgilerle oluştuğunu belirtti. Buna göre Ebu Hanife, tâbiînin kendisine aktardığı amel/uygulama ve Hz. Peygamber’den naklettikleri hadislerle bir fıkıh oluşturuyordu. Hoca sözlerine şöyle devam etti: “Bu tedvin döneminde kelam, fıkıh ve ahlak ilimleri tedvin ediliyordu. Hadis ve tefsir gibi ilimler bunlara zemin teşkil edecek bilgiyi naklederken, naklin amelle buluşması fıkıh, tasavvuf/ahlak ve kelam ile oluyordu. Bu ilimler kendilerine aktarılan varsayımlar üzerinde yükseliyor ve zaman içerisinde İslam toplumunda ilmi gelenekler oluşuyordu. Her kuşak kendinden önceki kuşaktan bu ilmi tevarüs ediyor ve bu durum zamanla mezheplerin ortaya çıkmasına zemin sağlıyordu. Kesintiye uğramadan aynı ontoloji üzerinde sürekli bir bilgi aktarımı söz konusuyken, 19. yüzyıldan itibaren batılılaşma/modernleşmeyle birlikte bu ilimler mevzusuz kalıyor. Çünkü ilimler mevzularını, toplumun pratiğinden, amelinden alır. Modernleşmeyle birlikte toplumun pratiği değişiyor ve ilimler mevzusuz kalıyor yahut ontolojisiyle uyuşmayan mevzularla karşı karşıya kalıyor. Şer‘î ilimler başka bir ontolojide gelişen meseleler, problemlerle uğraşmak durumunda kalıyor. Bu ciddi bir kriz ve hala bu krizi yaşıyoruz. Bir yandan Müslüman olarak yaşamaya çalışılıyor, bir yandan kurumsal, zihinsel olarak farklı bir ontoloji üzerinde kurulmuş bir dünyada yaşamanın mücadelesi veriliyor. Dolayısıyla “Fıkıh günümüze ne söyler?” sorusu aslında “Fıkıh ontolojik varsayımları farklı olan bir dünyaya ne söyler?” sorusu haline geliyor.”
Bu noktadan sonra hoca, paradigma değişimiyle birlikte gelen öze dönüş vurgusunun bu bilgiyi metinselleştirdiğinden ve bunun yol açtığı sorunlardan bahsetti. Modernitenin getirdiği sorunlara çözüm üretenlerin nassa yaptıkları vurgunun yanında, kendilerine bu ilimleri taşıyan nesilleri suçladığını hatırlattı. “Peki geleneği taşıyan geçmiş nesillerin suçlanmasının zararı nedir?” diye sordu. Cevabını ise şöyle verdi: “Bu beraberinde fıkhın metinselleşmesine yol açıyor, metin üzerinden bir fıkıh tasavvuru gelişiyor. Siz, içinde büyüdüğünüz dünyaya hâkim olan varsayımlardan hareketle metni yorumlamaya çalışıyorsunuz. Halbuki ilimden bahsetmek, bir gelenekten bahsetmektir. Sosyal bilimler de böyledir. Bugün batıda Weber’i, Durkheim’ı dikkate almadan söyledikleriniz bir şey ifade etmiyor. İslam ilim geleneğinde konuşan herkes de bir geleneğe dayanarak konuşuyordu. Ama bugün biz İmam Şafii’yi, Ebu Hanife’yi, Nevevi’yi dikkate almadan konuşabiliyoruz. Herkes sıfırdan bir şey söylemeye çalışıyor. Tarihin hiçbir döneminde Müslümanlar fıkhı kullandıkları halde bir meseleyi çözümsüz bırakmamışlardır. Ama bugün kripto paraların iktisadi/fıkhi boyutu çözümsüz bir mesele olarak karşımızda duruyor. 19. yüzyıldaki metne vurgu, dinin metinselleştirilmesine yol açıyor. Nastan bilgi üretilmeye başlanmasından itibaren gelenek yok sayılmıştır. Hiçbir medeniyet bizim kadar geleneğini yok saymamıştır.” Yani bilginin metinselleşmesi demek, herhangi bir ilmi birikim ve geleneğe dayanmadan konuşmak demekti. Peki yüzyıllardır bu niye olmuyordu da 19. yüzyılda olmaya başladı? Hocanın cevabı, konferans boyunca anlattıklarıyla doğrudan irtibatlıydı: “Metin kendisini ilmi geleneğin sürekliliği üzerinden yaşatıyordu, ama bir paradigma değişimi olup da ilmi gelenek yok sayılmaya başlanınca, metin de ölüyor.”
Daha sonra hoca yakın zamanda katıldığı bir toplantıdan bu konuyla ilgili birkaç anekdot aktardı. Bir ayette geçen “hasenât” kavramı üç farklı konuşmacı tarafından üç farklı şekilde yorumlanmış ve başka bir konuşmacı “ribâ (faiz)” kavramını yeniden tanımlayarak faizin aslında adaletsizlikten ibaret olduğunu, müşteri ile banka arasında adaletsizlik olmadıktan sonra sorun olmayacağını öne sürmüş. Bu başına buyruk çıkarımlar, dinin metinselleştirilmesinin yol açtığı kargaşa için son derece somut örneklerdi.
[Modern Dönemde Bir Gelenek Oluşamaması]
Hoca metin üzerinden yapılan yorumların bizi bir yere götüremediğini gösteren tarihsel bir kanıt sundu. Buna göre Ebu Hanife, Hz. Peygamber’in vefatından 80-90 yıl sonra bir ilmi gelenek oluşturmuşken, Kur’an’ın metinselleştirildiği modern dönemde üzerinden 150-200 yıl geçmesine rağmen yeni paradigmaya dayanan herhangi bir gelenek oluşmuş değil. Burada hoca, niyetinin geçmişi taklit etmek değil, bir gelenek içerisinde, o geleneğin ortaya koyduğu metotları benimseyerek meselelere çözüm bulmak olduğunu söyledi.
Konferansın sonuna geldiğimizde, sorduğumuz soruya dair kafamızda oluşmaya başlayan cevabı hoca şu şekilde netleştirdi: “‘Fıkıh günümüze ne söyler?’ sorusunu iki şekilde ele almak durumundayız. Ya 19. yüzyıldan itibaren geliştiği şekilde Asr-ı Saadetten sonraki dönemi karanlık çağ kabul edip fıkhı metin üzerinden inşa edeceksiniz, ya da bu ilmi geleneğin devamlılığını sağlayacak bir yöntem ortaya koyacaksınız. Bu ilmi gelenekteki iki yüzyıllık kopukluk, fıkhı bugünkü ihtiyaçları karşılayamayan, yeni içtihatlarda bulunamayan bir ilim haline getiriyor.” Hoca netice olarak, üzerine kurulu olduğu ontolojik zemin değiştiği ve mevzuları ortadan kalktığı için, fıkhın günümüze bir şey söyleyemediğini ifade etti.
Daha sonraki soru-cevap bölümünde hoca yer yer tüm konferansı özetler mahiyette açıklamalar yaparken, yer yer de başka ufuklar açtı.
İlk olarak yöneltilen “Fıkıh dışında diğer ilimler de mevzusuz kaldı mı?” sorusu üzerine hoca, meselenin yalnızca fıkıh ile sınırlı olmadığını yineledi. “İlimler, Müslüman toplumların ortaya çıkardığı disiplinlerdir. Toplum ilimleri ortaya çıkarır, ilim toplumu inşa etmez. Toplumu inşa eden de başta ifade edilen ontolojik varsayımlardır.” kabulünü salona arz ettikten sonra, daha önce açıkladığı Müslüman toplumun pratiklerinin Kuran’a tabi olan Hz. Peygamber, sahabe ve onlara tabi olan sonraki nesillerin amelleri üzerinden geliştiğini tekrar etti. Konferansın ana fikrini ise şöyle özetledi: “Başka bir medeniyetin temel varsayımlarını esas alırsanız, toplumun pratikleri değişir. Toplumun pratikleri değişince de ilimler mevzusuz kalır. Bu yüzden bugün karşı karşıya kalınan fıkhî bir meselede, daha önceki asırlarda farklı toplum pratikleri için verilmiş bir fetva ile bugünün farklı toplum pratikleri uymayabiliyor.”
Salondan gelen “Abbasiler döneminde de tercüme hareketleriyle birlikte farklı paradigması olan medeniyetlerle karşılaşılmış ama buna doğru bir şekilde reaksiyon gösterilmişti. Son 200 yıllık süre içerisinde niçin bunu başaramadık?” sorusunu ise hoca “özgüven”le açıkladı. Buna göre Müslümanlar o yüzyıllarda kültürel ve ilmi açıdan özgüvenli ve güçlü bir toplumdu, yenilmiş bir toplum değildi. Bu özgüvenle dışarıdan gelen dalgaları göğüsleyebiliyordu. Abbasiler döneminde Müslümanlar karşı karşıya kaldıkları kültürel meydan okumayı göğüslediler, bilgi ürettiler ve ilmî olarak da katkı sağladılar. Güçlü ontoloji ve epistemolojileri sayesinde, antik dünyanın birikimini devletin merkezine getirip, onunla hesaplaşıp, ondan yeni bir bilgi üretebildiler. Ancak hoca, günümüzde durumun böyle olmadığını söyledi: “Bugün Müslümanlar bunu yapamıyor. Batı’dan alınan bilgiyi sindirip, eleştirip, bilgi üretemiyor. 19. yüzyıla kadar Müslümanlar hiçbir zaman dış kültürlere kendilerini bu kadar kapatmamışlardı. Çünkü daha önce Müslümanlar kendi ontolojik kabullerinden bu kadar uzaklaşmamışlardı.”
Bir başka soru üzerine ise, bugün bütün ilimleri Avrupa’da çıktığı şekliyle vaz eden Avrupa merkezci anlayışı biz de kabul ettiğimiz için, onların esaslarını kendi mutlak hakikatimiz olarak gördüğümüzü söyledi. Bunu iktisatla alakalı temel bir kabul üzerinden somutlaştırdı: “Derse gelen iktisat hocası, bütün yapıyı ‘İktisat, sınırsız insan isteklerinin sınırlı kaynaklardan temin edilmesidir.’ gibi bir kabul üzerine kurar. İslam’a göre ise insanın istek ve ihtiyaçları sınırsız olamaz, kaynaklar ise eşref-i mahlûkât olarak gönderilen insana sınırsız olarak verilmiştir. İslam iktisat düşüncesi ‘sınırlı kaynaklar’ üzerine kurulu değildir.” Hoca bu genel durumu, fıkıh özelinde konferansın ana fikrini verir mahiyette şöyle izah etti: “Sizin bu varsayımlar üzerinden ürettiğiniz bilgi, doğal olarak fıkhın sahip olduğu dünya görüşünden farklı bir bilgi haline gelir. Siz Marx’ın mülkiyet teorisini alıp, Keynes’in mülkiyetle ilgili yaklaşımını izah edemezsiniz. Çünkü ikisi apayrı şeyler söylüyor. Fıkıh da böyle, vahyin kurmuş olduğu bir dünya düzeni içerisinde ortaya çıkan davranışları izah ediyor. Dünya düzeni, zihin dünyamızı oluşturan varsayımlar değişince, fıkıh da doğal olarak işlevsiz hale geliyor. Fıkıh yalnızca ibadet ve belli başlı konulara sıkışıyor. En basitinden mirası çözemiyor diye fıkıh ilmine kızıyoruz(!). Günümüzde mirasın 2’ye 1 oranında olması gerektiğini kabul ederiz ama yarı yarıya paylaşırız. Bunun suçlusu fıkıh değil.”
[Çözüm Nedir?]
Peki çözüm neydi? Salondan bu minvalde gelen soruya hocanın verdiği cevap da kesinlikle dikkate alınmalı: “Biz 19. yüzyıldan itibaren bir kopukluk yaşadık. O kopukluk yeniden inşa edildiğinde fıkıh da günümüze hitap eder hale gelir, ilmî süreklilik sağlanır. Ama bugünkü haliyle bugüne söz söyleyen bir disiplin değil. Kur’an ve sünnet üzerinden hiçbir geleneğe dayanmadan bilgi üretiminin durması gerekiyor; buna karşılık Kur’an ve sünnet üzerinden üretilmiş geleneklere dayanarak bilgi üretilmesi gerekiyor ki bu da bize mezhebi gösteriyor. Nassın araçsallaştırılmasından ziyade mezhep üzerinden bilgi üretilmesi gerekir. Bu iki nokta sağlandığı andan itibaren yaklaşık iki asırdır oluşan kopukluk giderilmiş olacaktır.”
*Fatih Doğan aktardı.