“Ebu Ubeyde çıkıp ‘Ya Ömer uğurlar ola!
Mehmet Akif Ersoy, Safahat, “Fatih Kürsüsünde”
Firarınız kaderu’llâh’tan mıdır şimdi?’
Demez mi, Hazreti Fâruk döndü. ‘Doğru,’ dedi,
‘Şu var ki, bir kaderu’llâhtan kaçarken biz,
Koşup öbür kaderu’llâha doğru gitmedeyiz.’ ”
Milletlerin ve nesillerin de, insanlar gibi bir kaderi vardır. Devir olur, refah ve adl hüküm sürer, dağlara buğday serpilir; devir olur, halife halıya sarılır da atlar altında çiğnenerek şehid edilir. Devir olur, felaketler üst üste gelir de “artık kıyamet geldi herhalde” denir; devir olur, “kaç asır önce insanlar deccal beklemiş” denip gülünür. Devirler gelir geçer, toplumlar içlerindeki her bir ferdin kendi alın yazısıyla yaşayıp gidişinin de üstünde, birlikte de bir hayat yaşarlar. Toplumlar da imtihan verir; bazen şükür, bazen sabır imtihanı. Ancak akıllı insan, dış şartların onun iç dünyasını ve çalışmalarını etkilemesinde sınırlar koyandır. Burada devreye giren faktör, insanın elinden bir şey gelmeyen durumlarda Allah’a tevekkül edip teslim olabilecek imana sahip olmasıdır. Bu imana sahip olan kişi, imtihanları da Allah’a sabırla yakınlaşmak, O’nunla ünsiyet kurmak, nefis tezkiyesi yapmak için bir fırsat olarak görür.
Elimizde olmayan sebeplerle günlerimizi evlerimizde geçirmekteyiz. Bu sürecin bizi bunalıma sokmasına izin verip evlerimizi kendimize zindan etmek de; hanelerimizi kendimizi hesaba çektiğimiz bir çilehane hücresine yahut ilim tahsili için diz çöktüğümüz bir rahle başına çevirmek de bizim elimizdedir. Tarihe baktığımızda görürüz ki, ulemadan pek çok zat, ilim öğrenmeye ve öğretmeye çok zor şartlar altında devam etmişlerdir. Serahsî hapishanedeyken talebelerine seslenerek kitap yazdırmış, Elmalılı dış unsurlardan ötürü inzivaya çekilmeyi seçip büyük eseri Hak Dili Kur’an Dili’ni, Seyyid Kutub da yine hapiste Fi Zilâli’l-Kur’ân’ı yazmıştır. İkinci dünya savaşının kapıya dayandığı günlerde altı ay üniversiteler tatil edilmiş, Fuat Sezgin bu altı ayını Arapça öğrenmeye ayırmıştır.
Günlerimiz, saatlerimiz, dakikalarımız çok kıymetli. “Çünkü vakit hayatın ta kendisidir. Vakit öldürmek hayatı öldürmektir.” diyor, Payot. Biz de kıymetli vaktimizi güzel değerlendirebilmek adına, İmam Gazzâlî’nin İhyâ’sındaki “İnsanlardan Ayrı Yaşamanın Âdâbı” bölümünden, uzletin bazı faydalarını alıntıladık. Bunun bizlere bu faydaları elde etme konusunda hedef göstereceğini ve azmimizi artıracağını ümit ediyoruz.
Mukaddime’den
“Hamd Allah’a mahsustur. O ki, hayırlı ve hâlis kullarını birbirine ısındırıp ünsiyet ettirmekle, onlara en büyük nimetini bahşetmiştir. O ki, münâcâtı ve mânevî lütufları ile gönüllerini huzura eriştirmiştir. O ki, dünyanın süsünü, iyilik, zevk u safasını, onların gözünde küçülterek ona meyletmelerini önlemiştir. O dereceye kadar ki, düşünce yollarındaki perdeleri dürebilenler, vahdet köşelerine çekilmeyi tercih ederek, tenha yerlerde Allah-u Teâla’nın nûrunu, azamet ve celâlini düşünmekle ünsiyet edip, kendilerine en yakın insanlarla bile düşüp kalkmaktan hoşlanmaz olmuşlardır.”
“Bundan sonra bilmiş ol ki: Halk arasına karışmak veya yalnız yaşamak ve bunların birini diğerinden üstün tutmak hususunda insanların görüşleri birbirine uymamaktadır. Her iki tarafın da faydalı ve heves edilir yönleri olduğu gibi, sevilmeyen kötü tarafları da vardır. Âbid ve zâhidlerin çoğu uzleti tercih etmekte ve ihtilâttan üstün görmektedirler.”
Birinci fayda: Huzur içinde ibadet, tefekkür, insanlardan ayrılıp Allah ile baş başa kalmak, yer ve gök, dünya ve ahiret hususunda esrâr-ı ilâhîyi araştırmakla uğraşmaktır. Bütün bu işler huzur ister. İnsanlar arasına katılmakla bu huzur sağlanmaz. Uzlet, bunları sağlamaya bir vesiledir.
Bunun için bazı hakîmler şöyle demişlerdir:
“Yalnız kalmak, ancak Allah’ın kitabına sarılmakla mümkündür. Allah-u Teâlâ’nın kitabına sarılmayanlar, Allah’ı zikretmekle dünya meşgalesinden kurtulmuşlardır. Allah’ı zikredenler, Allah ile beraberdir. (…) Şüphesiz insanlar arasına karışmak, bu gibileri zikir ve fikirden alıkoyar. Bu gibiler hakkında uzlet, elbette daha evlâdır. Bunun için Resul-i Ekrem (s.a.v), ilk zamanlarında insanlardan ayrılır, Hira Mağarası’na gider ve orada uzlete çekilirdi. (…)”
(…) Her ne olursa olsun, ekseriyet için uygun olan, yalnız kalmaktan istifade etmektir. Bunun için hakîmin birisine:
-“Niçin uzlete çekilip yalnız kalıyorlar?” diye sorduklarında Hakîm:
-“Yalnızlık sayesinde devamlı tefekkürde kalmayı, ilmin gönüllerinde birleşmesini isterler ki, bu sayede temiz bir hayat yaşayıp marifetin zevkine varmış olsunlar.” demiştir.
Hakîmin birisine:
-“Yalnızlığa nasıl tahammül edersin?” diye sorduklarında Hakîm:
-“Ben yalnız değilim, Allah ile beraberim. Allah-u Teâlâ’nın benimle konuşmasını arzu ettiğim zaman, Kur’ân-ı Kerîm’i okurum. Allah-u Teâlâ ile konuşmak istediğimde de namaz kılarım.” dedi.
Yine hakîmin birisine:
-“Bu târik-i dünyalık ve yalnızlık, sizi nereye kadar götürecek?” diye sorduklarında, Hakîm:
-“Allah’a ve Allah ile ünsiyete kadar.” diye cevap vermiştir.
Gazvân el-Rakkaşî’ye:
-“Haydi kabul edelim gülmüyorsun, ama dostlarınla oturmana mani olan nedir?” diye sorduklarında, Gazvân:
-“Ben huzuru kendisine muhtaç olduğum zât ile (yani Allah-u Teâlâ ile) bulunmakta buldum.” demiştir.
(…)
Fudayl, “Akşam olunca Rabbim ile baş başa kalacağım diye sevinirim. Gün doğunca da, beni Rabbimden alıkoyacaklar diye Allah’a sığınırım.” demiştir.
(…)
Zünnûn-ı Mısrî de şöyle demiştir: “Mü’minin neşe ve zevki, tenhada kalıp Allah ile buluşmasındadır.”
Mâlik b. Dînâr, “İnsanlar ile düşüp kalkmaktan ziyade Allah ile münâcâttan zevk almayan kimsenin ilmi az, kalbi kördür ve ömrü boşa gitmiştir.” demiştir.
İbn Mübârek şöyle demiştir: “İnsanlarla alakasını kesip Allah’a yönelenlerin hali ne güzeldir.”
(…)
Hakîmin biri şöyle demiştir: “İnsan, fazilet ve olgunluktan mahrum olduğu zaman yalnızlıktan vahşet duyar ve insanlarla fazla düşüp kalkmak suretiyle dehşetten kurtulmaya çalışır. Fakat faziletli insanlar, faydalı bilgi ve hikmetler meydana çıkarmak için düşünmeye yardımcı olan yalnızlığı ararlar.”
Demek oluyor ki, yalnızlıkta büyük faydalar vardır. Fakat bu faydalar herkes için değil, bazı kimseler içindir. Kim devamlı zikir sayesinde Allah ile ünsiyet kurabilir veya devamlı tefekkür sayesinde Allah’ı marifette gerçeklere ulaşabilirse, insanlar arasına karışmakla alakalı her şeyden ayrılmak, onun için daha makbuldür. Zira ibadetin gayesi ve muamelatın neticesi, insanın Allah-u Teâlâ’yı bilerek ve O’nu severek ölmesidir. Muhabbet ancak zikrin devamından meydana gelen ünsiyet iledir; marifet ise düşüncenin devamı iledir.
Bütün bunlarda huzur-ı kalp şarttır. İnsanlar arasında bulunulduğu müddetçe kalp huzuru sağlanamaz.
İkinci fayda: Uzlet sayesinde ekseriya insanlar arasında bulunmaktan doğacak isyanlardan kurtulmaktır. Halk arasında bulunmakla insanın içine düşeceği belli başlı günahlar vardır. Bunlar, gıybet ve nemîme ile riyâdır. Bir de emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münkeri terk etmemektir.
Gıybet: … İnsanlar arasında bulunmakla bundan kurtulmanın çok zor olduğunu ve bundan ancak sıddîkların korunabileceğini anlatmıştık.
Zira ekseriya insanların âdeti, dedikodu ile uğraşmaktır. (…) Şayet aralarına girer ve bu gibi konuşmalarında onlara uyarsan, günahkâr olmakla beraber Allah-u Teâlâ’nın da hışmına uğrarsın. Şayet sükût edersen, yine onlara ortak olursun. Çünkü gıybeti dinleyen, gıybet edenlerden birisidir. Şayet “Bu yaptığınız nedir?” diye inkâra kalkarsan, sana kızarlar ve gıybetini yaptıkları adamı bırakıp seni çekiştirmeye başlarlar. (…)
Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkere gelince, (…) insanlar arasına giren kimsenin bazı kötülükleri görmemesine imkan yoktur. Sükût ederse Allah’a karşı isyan etmiş olur, düzeltmeye kalkarsa birçok kötülüklerle karşılaşır. (…) Hâlbuki yalnızlıkta bunlardan kurtuluş vardır. Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkeri ihmal etmek güç, hakkını vererek bu vazifeyi ifa etmek ise çok zordur. (…) Emr-i bi’l- ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkeri tecrübe edenler, çok kere ona pişman olmuştur. O, eğri bir duvar gibidir; doğrultmak isterken üzerine yıkılma tehlikesi vardır. Şayet doğrultmaya çalışırken üzerine yıkılırsa, “Keşke hiç dokunmasaydım” dersin. (…)
“Ekseriyetle buluşmalar, riyâ ve nifâk gibi yapmacık söz ve hareketlerden kurtulamaz. Hâlbuki bu hareketlerin hepsi mezmûm, hatta bazıları mekruh ve bazıları tehlikelidir. Yalnızlıkta bütün bunlardan kurtuluş vardır. Zira halk arasına girip onların teâmülüne uymayanlar istiskâl (hoşnutsuzluk, aşağılama) edilir, hakkında dedikodu yapılır, gıybeti yapılır ve onlara eziyet edilirdi. Bu sebeple onlar günahkar olur, intikam almaya kalkışmakla sen de günahkar olursun.”
(…) “İşte, şu incelikleri düşün ve yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi insanlardan da uzaklaş. Zira senin insanlardan görüp duyacağın şeyler, dünyaya hırs ve hevesini artırmaktan başka bir şey değildir. Bunlar sana ahireti unutturur, günahı kolaylaştırır ve ibadete olan hevesini azaltır. Sana Allah’ı hatırlatacak bir arkadaş bulursan, ondan ayrılma, onu küçümseme; belki onu kendin için bir devlet bil. Böyle kimseler, aklı başında olan insanlar için bir ganimettir ve mü’minin yitiğidir. İyi bil ki; iyi arkadaş yalnızlıktan hayırlı; yalnızlık ise kötü arkadaştan hayırlıdır.” (…)
Üçüncü fayda: Fitne ve mücadeleden kurtuluş, bunlara dalmaktan ve tehlikelerine girmekten dinini ve nefsini korumaktır. Bu zamanda taassuplardan, münakaşa ve mücadelelerden kurtulmuş memleket pek az bulunur. Bunlardan selâmet, ancak uzlette kalmaktadır. (…)
Dördüncü fayda: İnsanların şerrinden kurtuluştur. Çünkü insanlar; bazen çekiştirmek, bazen kötü zan ve töhmet altında bulundurmakla, bazen hakkında düşündükleri kötü şeylerle, bazen de kovuculuk ve yalan sözlerle sana eziyet edip dururlar. Çok kere de akıl erdiremedikleri için, bazı söz ve işlerini hatalı bulur, senin aleyhine kullanmak için bunları sermaye edinirler ve fırsat bulunca hemen söylerler. İşte uzlette bütün bunlardan kurtuluş ve korunma vardır.” (…) “İnsanlar arasına girip onlarla çalışan kimsenin haset ve sû-i zandan kurtulmasına imkan yoktur. Hatta onu da, kendilerine husûmet besliyor, hile düşünüyor zannederler. İnsanlar bir şeye harîs oldular mı her sesin kendi aleyhlerine olduğunu sanırlar.
Ebu’d-Derdâ (r.a.)
-“İnsanları tecrübe edip iç yüzlerini öğrenen, onlardan uzaklaşır.” demiştir.
(…)
Bağdat’ın meşhur vaizlerinden İbn Semmâk da bir arkadaşının kendisine şöyle yazdığını söylüyor: “İnsanlar, hastalığı tedavi eden ilaçlar iken, şimdi tedavisi kâbil olmayan hastalık halini almışlardır. Aslandan kaçtığın gibi onlardan da uzaklaş.”
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: “Hacca gitmeye niyet ettim. Velilerden biri olan Sabit Bennani bunu duydu ve bana:
-“Hacca gideceğini duydum, sana arkadaş olmak isterim.” dedi.
Ben:
-“Ne olur, bırak da Allah-u Teâlâ kusurlarımızı örtüyor, böyle kalalım. Birbirimize karşı saygı ve sevgimiz vardır. Korkarım, arkadaş olmakla kusurlarımız fâş olur da birbirimizden sevgimiz kalkar.” dedim.
Bu da uzletin diğer bir faydasına işarettir. O da yoksulluk, mürüvvet, ahlak ve benzeri diğer kusurların kapalı kalıp açığa çıkmamasıdır. (…) İnsan gerek dinî gerek dünyevî işlerinde kusursuz değildir. Dinî olsun dünyevî olsun, kusurların kapalı kalması daha iyidir. İnsan halk arasına girerse kusurları fâş olur, selamete eremez.” (…)
Bir zâta; “Neden uzlete çekildin?” diye sordular. Cevabında: “Haberim olmadan dinimin kaybolmasından korktuğum için.” dedi. Bu da insan tabiatının kötü huyları almasına işarettir.
Ebu’d-Derdâ (r.a.):
-“Allah’tan korkun ve insanlardan sakının. Çünkü onlar bindikleri devenin sırtını deler, yara eder. Bindikleri atı çökertir, girdikleri kalbi harap ederler.” dedi.
Yine bir zât şöyle demiştir: “Âşinâları azalt. Zira din ve kalbin selameti, kul haklarının azalması, dostları azaltmakla mümkündür. Çünkü dostlar çoğalınca, onlara karşı vazifeler de çoğalır ve haklarını ödemek de zorlaşır.”
Bir başkası da “Bildiklerini bırak, bilmediklerinle de münasebet kurma.” demiştir.
*Alıntılar, Erkam Yayınları tarafından basılmış İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn’in 4.cildinde bulunan Kitâb-ı Âdâbi’l-Uzlet bölümünden yapılmıştır.