29 Mayıs Üniversitesi’nden Tahsin Görgün hoca ile gerçekleştirdiğimiz mülakatta, İslam medeniyetinde bilgiye nasıl bakıldığını, modern toplumlardaki akademi anlayışını, ilim ve akademi arasındaki farkları konuştuk. Fatih Doğan sordu.
Hocam, bugün bütün dünyada yüksek öğretim akademi üzerinden yapılıyor. Akademi nasıl bir zihniyetin ürünüdür? Akademinin ontolojik ve epistemolojik zemini nedir? Akademisyen bilgiye nasıl yaklaşır ve onunla nasıl bir ilişki kurar? Akademi modern toplum için ne ifade etmektedir ve modern toplumda işlevi nedir?
Akademi veya üniversite, mevcut haliyle uzun bir tarihin muhassalasıdır. Bu tarihin bir kısmı doğrudan Müslümanlarla alakalıdır. Mevcut bilgi birikimi ve bilme şekillerini geliştirenler Müslümanlar olmakla birlikte, özellikle Batı Avrupa’da yaşayan insanlar, esas itibariyle inanç veya kültür olarak Hristiyanlar, Müslümanların bilgi ve bilme ile ilgili birikimi kadar dünya ile olan irtibat şekillerini de büyük ölçüde üstlenmişlerdir. Batı Avrupa’nın Hristiyanları Müslümanların birikimini üstlenirken, dönüştürmüşlerdir de. Bu dönüştürmenin nerede ve nasıl gerçekleştiğini dikkate almadan, akademinin gelişimi gereği gibi anlaşılamaz.
Her şeyden önce ilim ve sanat, özellikle de edebiyat alanları, miladi 10. yüzyıldan itibaren özellikle Endülüs’te üstlenilirken, bu üstlenme sadece bazı unsurların/tikel bilgilerin üstlenilmesi olarak değil, esas itibariyle formların üstlenilerek ve içeriği kısmen yerli unsurlarla doldurularak gerçekleştirildi. Bunun en meşhur ve belirleyici misali felsefe alanında İbn Rüşdcülük, edebiyat alanında da Provence edebiyatı olarak bilinen gelişmelerdir.
Diğer bir form ise doğrudan kurumsal alanda gerçekleşmiştir ki, bu durum miladi 13. yüzyılda özellikle Güney İtalya ve Sicilya’da kısmen başarılı olmuş bir idarî ve müessesevî üstlenme süreciyle karşımıza çıkmaktadır.
Bütün bu süreci belirleyen esas unsur ise, Hristiyanların İslam kültür ve medeniyetinden istifade ederken, akide alanında Hristiyanlığa, özellikle de Katolik Kilisesine bağlılıklarını muhafaza etmeleri ve bütün formları ve içerikleri Kilise ve Hıristiyanlığa hizmet için araçsallaştırmaları olarak ifade edilebilir.
Tam da bu sebeple aslından koparılan form ve içerikler, aslın kendi asliyeti içerisinde, yani İslam medeniyetinin tabii akışı içinde olduğu gibi sahih neticeler ortaya çıkarmamış; bunun neticesinde ise bir taraftan Engizisyon, diğer taraftan da özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda ciddi bir şüphecilik hayatın bütün alanını belirlemiştir.
Reform hareketi yanında ilim, felsefe ve siyasî düzen alanında 17. yüzyıl sonrasında yaşanılan dönüşüm, daha önceki gibi yine İslam kültür ve medeniyeti ile doğrudan irtibatlı; ancak bu sefer Kilise’nin değil, aristokrasi ve sonrasında burjuvazinin hizmetinde olacak şekilde üstlenilmiştir.
Aristokrasinin kendisine Osmanlı Devleti örneğinde çekidüzen vermesi ile modern mutlakiyetçi (absolutist) devlet ortaya çıkmıştır. Modern devlet kendi varlığını sürdürürken ihtiyaç duyduğu bilgiyi üretecek insanları yetiştirme ve desteklemeyi, o vakitler hala kilisenin tasarrufu altında olan üniversitelerde değil, akademilerde ve akademiler vasıtasıyla yürütmüştür.
Fransız devrimi sonrasında modern anlamda bir devlet kurumu olarak üniversitelerin kurulması ile birlikte akademi, mensubu olduğu devletin çıkarlarını üst ilke olarak kabul eden ve bu çerçevede diğer devletlerin akademisyenleri ile, devletlerin çıkarlarının uzlaştığı alanlarda -mesela Şark/Doğu araştırmalarında- işbirliği yaparak etkin varlığını sürdürmüştür.
Modern devletlerin özellikle Avrupa’da din değil, daha çok ulusal kültür temel alınarak kurulduğu dikkate alınacak olursa, akademilerin bilgi konusu ve kaynağı olarak bir taraftan mensubu oldukları dil topluluğunun varlığı ile ilgili kaygılarla hareket ederken, diğer bir taraftan da o toplumun şu veya bu şekilde hükmî şahsiyet kazanmış hâli ile, memuru oldukları modern devletin hükümeti ile irtibatlı bir faaliyet şekli geliştirmişlerdir.
Bu cihetten bakıldığında, modern akademide ortak ve farklı olan unsurların sebeb-i vücudları daha kolay anlaşılacaktır. Nitekim bugün bile Alman üniversitesi ile Fransız ve İngiliz üniversitesinin hem ortak hem de farklı olduğu malumdur; aynı şekilde İngilizlerin bilim ve felsefe gelenekleri ile Fransız ve Almanların bilim ve felsefe geleneklerindeki farkları da takip edebiliriz.
Peki Müslüman bir âlim bilgiye nasıl yaklaşır ve onunla nasıl bir ilişki kurar? Müslüman bir zihnin ilim anlayışı ile akademinin ilim anlayışı arasındaki farklar, ontolojik ve epistemolojik düzeyde çatıştığı noktalar nelerdir?
İslam dünyasında bu durum epeyce farklı cereyan etmiştir. Her şeyden önce İslam toplumu formel (şeklî) bir yapının, bir kilise veya devletin fonksiyonu olmayıp, bilgi esaslıdır. Bilgi ise form kazandığında müdevven ilimler haline gelir; ilim, herhangi bir formel yapının tekeli ve kontrolünde olmayıp, gayretlerini tamamen belirli bir usul dairesinde söz ve iş birliği halinde sürdüren fertlerin işidir. Bu faaliyetlerin maddî arka planını ise yine hayır sahibi fertlerin vakıfları teşkil etmektedir. Bütün ilmî faaliyet maddî ve formel olarak kendi dışında üst bir otoriteye bağlı ve bağımlı olmadan varlığını sürdürebildiği için, 19. yüzyılın ortası ve 20. yüzyılın başına kadar ulemâ, bütün bir İslam dünyasının varlığını sürdürmesinin teminatı olan bilginin sahibi ve taşıyıcısı olmuştur.
Bu sebeple İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde yaşayan insanların ve coğrafyanın sağladığı imkânlara da bağlı farklılıklar ve farklılaşmalar ortaya çıksa da, esas itibariyle bir ve aynı hukukun geçerli olduğu, edebî alanda benzer formların etkin olduğu, eğitim sürecinde benzer kitapların kullanıldığı ve benzer şekilde öğretildiği canlı bir düzen asırlarca devam edebildi.
Bu durum aynı şekilde hayatın bütün alanları için geçerliydi: Yönetim şekilleri kadar tarikatlar da sadece bir bölgeye has veya bir devlete bağlı olmaları gibi bir durum söz konusu olmadan, Müslümanların yaşadığı hemen her bölgede etkin oldular. Bu cihetten sadece Nakşibendî tarikatının izini sürmek bile kendi başına yeterince bir fikir verecektir.
Kısaca İslam dünyasında ilmî faaliyetlerin önde gelen üç özelliği
- Otonomluğu/kendi dışında başka bir alandan bağımsızlığı,
- Ferdîliği
- Formelliğini/formunu, generatif (üretken) bir şekilde tahakkuk ettirerek, değişim ile sürekliliği dengeli bir şekilde, asıldan kopmadan sağlayan bir usule bağlı olarak muhafaza etmesidir.
İslam medeniyetinde ilmî faaliyetlerin hem hareket noktası hem de gayesi, mümini ve ümmeti muhafaza etmektir; devlet dâhil hemen her şey, bu bütün içerisinde yerini alır.
Nihayetinde modern dünyada yaşıyoruz ve ilim faaliyetleri akademi üzerinden yapılıyor. Müslüman bir ilim yolcusu, akademi çatısı altında ilim tahsil ederken ve bilgi üretirken hangi noktalarda dikkatli olmalıdır?
a. Müslümanlar, tüm dünyanın ilmî tartışmalarını icra ettiği akademik usulü görmezden gelerek, yalnızca klasik gelenekteki usulle ilim üretmeye çalışabilir mi?
b. Sosyal ve beşerî bilimlerin Müslümanların ilim üretmesinde sağlayacağı avantajlar var mıdır, nelerdir?
Günümüzde Müslümanların yaşadıkları bölgelerde devlet veya yarı devlet, başka bir ifadeyle devlet benzeri yapılar, belirleyici bir konuma gelmiş olup; her yapı kendisine bir “ulus” oluşturarak, mevcut dünya sistemi içinde kendisi için öngörülen yerde varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Burada öncelikli olarak Türkiye ve belli ölçüde İran’ın konumu belli bir şekilde temayüz etmektedir.
İslam dünyasında hemen her devletin bir eğitim sistemi vardır ve üniversiteler, esas itibariyle bu devletlerin dünya sistemi ile irtibatlarını kurmayı başaracak nitelikte bir kesim yetiştirmekten ziyade, o devletin iç işlerinde ihtiyaç duyduğu idarî ve ekonomik cihetten sınırlı becerilere sahip insanlar yetiştirmektedir.
Bunu biz Türkiye özelinde daha da açık bir şekilde gözlemleyebiliriz: Türkiye, devlet olarak farklı iddialara sahip olsa da, mevcut eğitim sistemi ve özellikle de “üniversite” henüz kendi toplumunu bilgi kaynağı ve konusu olarak görme konumunda değildir. Üniversite, hala 20. yüzyılda eğitim sistemine yüklenen “toplumu medenîleştirme/Batı kültürü ve medeniyeti ile tanıştırma ve bu cihetten dönüştürme (mission civilisatrice)” faaliyetini sürdürmektedir. Bu sebeple de kendi toplumunun bugününde olduğu kadar geçmişinde de dikkate değer bir şey mevcut olmadığı; iyi ve doğru olanın Batıdan, en iyi ihtimalle, seçilerek öğrenilebileceği varsayımına bağlı olarak faaliyetlerini yürütmektedir. Bu çerçevede AB süreci içinde gerçekleşen Bologna düzenlemeleri, ruhsuz ve içeriksiz, genellikle de anlamsız uyarlamalar olarak yapılmaktadır.
Türkiye’de siyaset ve ekonominin talepleri ile üniversitenin mevcut yapısı bir uyumsuzluk göstermektedir. Mevcut siyaset ve ekonomi üniversiteden katkı beklerken, üniversite henüz bu talebin hakikiliği ve gerekliliği hususunda bir farkında olamayış hâli sergilemektedir.
Netice itibariyle İslam dünyasında artık devletin kurumsal yapısı dışında bir ilmî faaliyetten bahsetmek mümkün değildir. Bu durum her şeyden önce Batı’da ortaya çıkan siyaset merkezli bir dünya düzenini zorunlu olarak/tav‘an veya kerhen üstlenmiş olmanın bir neticesidir. Türkiye bunu kendi iradesi ile yapmış olmakla birlikte, tabii ki kendiliğinden yapmamıştır. Bu durumu yok sayarak ilim meselesine yaklaşmak, yakın gelecekte yapılması mümkün olan birçok önemli şeyi yapmaktan geri kalmak anlamına gelecektir.
Diğer taraftan İslam medeniyetinin genel eğilimi ve tecrübesi, “ilim üstünde mertebe tanımama” esasına bağlı olmayı iktiza etmektedir. Burada bizim önümüzde duran önemli soru, devletin varlığı ve önemini ihmal etmeyen, ama ilmi de, sadece bir devletin çıkarlarına indirgemeyen bir söz ve iş birliği formu üzerinde çalışmak olacaktır. Bu ise Müslümanlar arasında mevcut devletlerin varlığını problem haline getirmeyen, hatta onların varlıklarını teminat altına alacak daha derin ve daha üst işbirliği formlarını geliştirmeyi gerektirmektedir.
Bu işbirliği formlarının ontik esasını, iki milyara yakın Müslüman arasında mevcut yapıların sınırlarını aşan, bilme ile var olmanın özdeş olduğu mütevâtir zemin teşkil etmektedir. Bu zemini tespit ederek geliştirmeyi müşterek gaye kabul eden sosyal bilimler ve diğer manevî ilimler alanında yapılacak çalışmalar, ilmi araçsallaştırmaktan kurtararak tek tek ulus devletlerin ve yarı devletlerin kendilerine bu cihetten çeki düzen verme ve daha üst ve üstün bir bütünün parçası olarak varlığını sürdürme imkânını da ortaya çıkaracaktır.
Usul meselesi söz konusu olduğunda da kısaca şunu söyleyebiliriz: Usulün eskisi ve yenisi olmaz; uygun olanı ve olmayanından bahsedilebilir. Klasik usullerimiz, uygun olduklarını en azından 19. yüzyılın ortalarına kadar kanıtlamışlardır. Onların bugün dikkate alınmaması, kullanılarak aşılması yoluyla değil, ihmal edilmeleri ile alakalıdır. Bunun yanında yeni yöntemlerin de geliştirilmiş olduğu ve belirli bir başarıyı sağladıkları; bu anlamda belirli bir bağlamda vazgeçilemeyecekleri de açıktır. Burada bize düşen geçmişteki usullerimizi günümüzde yaygın olarak kullanılan usuller ile takviye ederek veya günümüzdeki usulleri geçmişteki usullerimizle ıslah ederek kullanmak olacaktır. Hangi usulün hangi konu ve varlık mertebesinde, nasıl kullanılacağı, kendi başına esaslı ve oldukça çetin bir meseledir ve bir tür amelin nazariyesi olarak, hayatın içinde ve hayatın parçası olarak halledilebilir.
*Tahsin Görgün hocanın konferanslarından derlenen notlardan oluşan 2 yazıyı daha önce sitemizde yayınlamıştık. Söz konusu yazılara konferans notları kategorimizden ulaşabilirsiniz.
**Tahsin hocanın geçtiğimiz ay okuyucu ile buluşan Türkiye’de İslami Düşünce Geleneği isimli eserine linkten ulaşabilirsiniz.