İslami İlimler Araştırmacılarının Yurt Dışıyla İlişkisi Üzerine – Necmettin Kızılkaya ile Mülakat
Necmettin Kızılkaya hoca ile Türkiye’deki İslami İlimler akademisinin yurt dışıyla ilişkisinin boyutu, İslami ilimler üzerine çalışan birinin yurt dışıyla olan bağlantısının keyfiyeti ve uluslararası prestijli yayınevi ve dergilerde yayım yapma üzerine konuştuk. Memduh Erdoğan sordu.
Necmettin Kızılkaya Hakkında
Necmettin Kızılkaya, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2001’de mezun olduktan sonra aynı üniversitede İslam Hukuku Anabilim Dalı’nda yüksek lisans derecesi aldı. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İslam hukuku alanında hazırladığı teziyle 2011’de doktorasını tamamladı. Kızılkaya’nın çalışmaları daha çok İslam hukuku ve ekonomisi alanlarında yoğunlaşmaktadır. Özellikle İslam hukuk tarihi, kavâid ve furûk gibi İslam hukukunda ortaya çıkmış alt yazım türleri, İslam ekonomisi ve güncel fıkhî problemler ilgilendiği konular arasındadır. İslam hukuku alanında çeşitli dillerde yayımlanmış birçok çalışması bulunan Kızılkaya, halen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Kızılkaya, Eylül 2019 tarihinden itibaren de İstanbul Üniversitesi İslam İktisadı ve Finansı Uygulama ve Araştırma Merkezi müdürlüğü görevini yürütmektedir.
Hocam öncelikle davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Günümüzde İslami ilimler alanında üretilen bilginin dünyaya hitap edebilirliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle böyle bir imkânı bana verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
Bu soruya cevap verilirken, genel anlamda bilginin üretimini, özelde de İslami ilimler alanında üretilen bilginin hitap kitlesini dikkate almak gerekir. Çünkü malumunuz, insanlar bir konuda bilgi üretirken bu bilginin, muhatabı olan herkesi bir şekilde kuşatmasını düşünürler, bunu öngörürler ve bu çerçevede bilgi üretirler. Nitekim tarihte İslam âlimleri -ister fıkıh ister kelam ister başka alanlarda olsun- bilgi üretirken aslında o bilgiyi bütün insanlığın hizmetine sunacak şekilde üretmişlerdir. Bu çerçevede değişik kültürlerle ve değişik medeniyetlerle de diyalog ve irtibat halinde kalmışlardır. Bunu nereden biliyoruz? Örneğin Endülüs’te üretilen bir bilginin üretilmesinden oldukça kısa bir süre sonra Mezopotamya’da, Ortadoğu’da veya başka bölgelerde bir karşılık bulduğu, kendisine atıfta bulunulduğu görülür. Buradan “klasik dönemde özellikle Müslüman ilim adamları bilgi üretirken bu bilgiyi bütün insanlığın hizmetine sunacak şekilde üretmişlerdir” çıkarımı yapılabilir.,
Fıkıh ilmini dikkate aldığımızda da bilgiyi insanların hizmetine sunma meselesi üzerinde kısaca durmak gerekiyor; zira biz genelde fıkhı, İslam hukukunu, sadece Müslümanlara hitap eden, sadece Müslümanlar için üretilen bir bilgi alanı olarak görüyoruz. Bu benim kanaatime göre yanlış bir bakış açısıdır, zira tarihte uygulamaya bakıldığında görülecektir ki fıkıh alanında üretilen bilgi sadece Müslümanlara değil, Müslüman olmayanlara da hitap etmiştir. Fıkhın bu genelliği sayesinde Müslüman toplum içinde yaşayan diğer inançlara mensup insanlar rahat bir şekilde kendi inançlarını yaşamış ve gündelik hayatlarını sürdürmüşlerdir. Biz İslami ilimleri, özelde üzerine konuştuğumuz İslam hukukunu günümüzde çok dar bir alana sıkıştırmış bulunmaktayız; sadece Müslümanlara hitap eden, sadece Müslümanlar için bilgi üreten bir alan olarak görüyoruz. Hâlbuki günümüzde Avrupa’da, Amerika’da sosyoloji alanında, felsefe alanında, hukuk alanında, eğitim alanında çalışma yapan birisi bu bilgiyi bütün coğrafyalara hitap edecek şekilde yazma gayretindedir ve eserlerini bu bakış açısıyla kaleme alır. Özellikle teorik çalışmalarda bu vasfın oldukça öne çıktığını görürüz.
Biz Müslümanlar olarak özellikle 19. yüzyıldan itibaren Müslüman toplumun içine girmiş olduğu durum ve yaşanan değişim sebebiyle zihinlerimizi ve bakış açılarımızı çok dar bir alana hapsettik. Hâlbuki İslam dini insanlığın kıyamete kadar ihtiyaçlarını giderecek bir inanç sistemi olarak ortaya çıkıyor, böyle bir iddiası var. Öyleyse, bu inanç sistemine referansta bulunan, bu sistemi esas alarak bilgi üreten ilimlerin de kıyamete kadar bütün insanların ihtiyaçlarını giderecek, bütün insanların ihtiyaçlarına cevap verecek bir söylem ile ortaya çıkması, böyle bir potansiyele sahip olduğu düşünülmesi gerekiyor. Fakat 19. yüzyıl ile bu içe çekilme, Müslümanların kendi özgüvenlerini yitirmesi ve bilhassa başka kültürlerin İslam dünyasındaki hâkimiyetinin veya hegemonyasının etkisiyle, zaman içinde Müslümanlar bu iddialarını, bu bakış açılarını kaybettiler. Bu sebeple günümüzde İslam dünyasında İslami ilimler alanında, fıkıh alanında üretilen bilgi, bırakın bütün dünyaya hitap etmeyi, bütün Müslümanlara hitap etme iddiasını bile yitirmiş durumda. Dolayısıyla bu konuda yeniden geçmişteki o yaklaşımı, o bakış açısını kazanmak ve İslami ilimlerin sadece Müslümanların değil bütün insanların ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde ele almak gerekir. Bugün insanlığın düşünce sorunları var ise bir kelamcı buna göz yumamaz, bundan kaçamaz; bu sorunlarla yüzleşmek durumundadır. Yahut dünyada bir çevre sorunu var ise buna İslami ilimlerin değişik alanlarında bilgi üreten insanlar bigâne kalamaz, bunlara yönelik birtakım çözümler üretmeleri gerekir.
Tabii burada bir problem var, buna işaret etmem gerekiyor. Günümüzde Müslümanlar olarak yüzleştiğimiz pek çok sorun, başka bir kültürün, medeniyetin hakimiyeti altında ortaya çıkan sorunlar, bizim ürettiğimiz sorunlar değil. Bir kısmı paradigma değişimi ile ortaya çıkan sorunlar ve İslami ilimlerin bunlara çözüm üretmesi bekleniyor. Bu, hepimizin önünde duran ciddi bir problem. Buna rağmen mesela çevre, Türkiye’de bugünlerde tartışılan hayvan hakları, göç meselesi gibi birçok konuda Müslümanların bütün insanlığa hitap edecek, hatta yol gösterecek şekilde birtakım çalışmalar yapabileceği kanaatindeyim ben. Bunu biraz daha somutlaştıracak olursak: Malum Türkiye çok göç alan bir yer, fakat burada üretilen bilgi daha çok mevcut dünyanın tecrübesi ve ürettiği bilgiyi referans alıyor. Hâlbuki biraz daha geriye gidecek olursak, Osmanlı’nın bu anlamda çok ciddi bir tecrübesi var. Bu tecrübeden başta biz istifade etmiyoruz. Bizim istifade etmememiz bütün dünyanın da bu tecrübeden mahrum olması anlamına geliyor. Bu yüzden, günümüzde İslami ilimler alanında bilgi üretilirken bu bilginin mevcut dünya ile bir diyalog içerisinde ve mevcut dünyanın sorunlarına çözüm üretecek bir bakış açısıyla üretilmesi gerekir. Aksi hâlde çok lokal, kendi kendimize söyleyip kendi kendimize okuduğu bir alan karşımıza çıkar ki bu, doğrusunu söylemek gerekirse, önemli çabaları büyük oranda etkisiz ve faydasız hâle getirir.
Hocam, bu bağlamda Türkiye dışındaki akademik kurumlarla, araştırmacılarla ilişki kurmak önemli midir? Bir İslami ilimler araştırmacısının yurt dışı ile ilişkisi nasıl olmalıdır?
Müslüman bir ilim adamı, bir araştırmacı ya da akademik çalışmaların başlangıcında olan genç bir akademisyen bunu sürekli göz önünde bulundurmalıdır. İçinde yaşadığımız dünyada zaten büyük oranda insanlar sınırları aşıp başka kültürlerle, ülkelerle ve ilmî çevrelerle çok rahat bir şekilde ilişki kurabiliyor. Fakat bu durumda yalnızca bir mobilizasyondan öte bizim şu iddiayı sürekli taşımamız gerekiyor. Gözlemlediğim kadarı ile bizden önceki kuşaklarda, Osmanlı sonrası özellikle Müslüman dünyanın içerisine girmiş olduğu süreçte, “Ne oldu?”, “Nasıl kalkacağız?”, “Nasıl silkinip hareket edeceğiz?” gibi soruların yer aldığı bir ortam söz konusu idi. Doğal olarak burada özellikle Avrupa merkezli bilgi anlayışının ciddi bir tesiri vardı. Bilhassa Osmanlı sonrası kurulan eğitim kurumları ve bu kurumlarda verilen bilgiler, büyük oranda insanların zihinlerini bu çerçevede şekillendirmiş, üretilen bilgi de doğal olarak özgüvenden yoksun bir şekilde üretilmiştir. Özellikle Müslüman dünyanın bir bakıma aydınlanması, reform çalışmaları ve bu çerçevede ortaya konan çabalara baktığımızda neredeyse 150-200 yılı bulan bir süre geçmesine rağmen hâlâ Müslümanlarda bir özgüven probleminin olduğunu görüyoruz. Dışarıdaki kurumlarla yahut araştırmacılarla ilişki kurmak bu anlamda önemli. Eğer siz özgüven eksikliği içerisinde kendi bilgi anlayışınızın veya ilimlerinizin mevcut sorunlara çözüm üretemeyeceğini baştan kabul ederek başka kurumlarla ilişki kurarsanız bu ilişki, bunları taklit etmek, orada üretilen bilginin transfer edilmesi ve mutlak doğru kabul edilmesi ile sonuçlanır. Hâlbuki benim kanaatim, biz Müslümanlar olarak başka kurumlarla, başka ülkelerin araştırmacıları ile -özellikle Türkiye yahut İslam dünyasının diğer ülkeleri de bu duruma dâhil- ilişki kurduğumuzda her şeyden önce özgüvene sahip olarak bu ilişkiyi kurmalıyız.
Şöyle ki, eğer bir düşünce sorunu varsa, bu düşünce sorunlarına çözüm bulmaya talip olarak ilişki kurmalıyız; ya da örneğin etik alanında bir sorun varsa burada bizim kültürümüz içerisinde geçmişte üretilen bilgiden hareketle, bu bilgi ve tecrübeyi dikkate alarak mevcut sorunlara çözüm bulabileceğimizi ve bunlarla hesaplaşabileceğimizi kabul etmeliyiz. Bu özgüvenle hareket etmeliyiz. Bu özgüvene sahip bir şekilde meseleye yaklaştığımızda başka kurum ve araştırmacılar ile ilişki kurmamak zaten mümkün değildir. Özellikle İslami ilimler alanında çalışan insanların başka toplumlarda üretilen bilgiyi yönetmesi, hazmetmesi ve bu bilginin problemlerini İslami ilimlerin ortaya koymuş olduğu prensipleri esas alarak çözümler üretebileceğini düşünmesi gerekiyor. O yüzden şu anda dünyada mevcut olan sorunlar sadece bir bölgeyi, bir ülkeyi, lokal bir yeri ilgilendirmiyor. Son virüs vakıasını düşünün, çok uzak bir yerde meydana geliyor fakat bütün dünyayı etkisi altına alıyor. Fikirler de böyledir. İktisat alanındaki bir mesele de böyledir. Eğitim alanındaki bir mesele de bu şekildedir. Ahlak, hukuk alanındaki meseleler de böyledir. Bir yerden çıkan bir fikir kısa bir süre içerisinde dünyanın her tarafını etkileyebilme potansiyeline sahiptir. O yüzden başka ülkelerle, farklı coğrafyalarda üretilen bilgiyle ve bu bilgiyi üreten araştırmacı yahut kurumlarla ilişki kurmak “Günümüzdeki sorunlara ben de çözüm üretebilirim” iddiasının zorunlu bir sonucudur. Böyle bir ilişki kurmaksızın ürettiğimiz bilginin hiçbir anlamı olmaz. Hatta Türkiye’de İslami ilimler alanında üretilen bilgi, Türkiye’ye bile hitap edemeyecek kadar özgüven eksikliği ile üretiliyor. Dolayısıyla bu özgüven eksikliğini bir şekilde kırıp, Türkiye dışındaki araştırmacı ve kurumlarla bu bilgileri paylaşmak gerekiyor.
Açıkçası, kendi tecrübemden hareketle şunu söyleyebilirim: Özellikle İslami ilimler alanında başka ülkelerdeki kurum ve araştırmacılarla bir ilişki kurulduğunda, bir bilgi paylaşıldığında, etkileşime geçildiğinde bunun çok olumlu etkilerinin olduğunu, hatta Türkiye ile mukayese edildiğinde daha etkileyici olduğunu görmekteyim. Nitekim son yıllarda Türkiye’de farklı araştırmacıların üretmiş olduğu bilginin bilhassa farklı dillerde yayımlanması ya da başka ülkelerdeki araştırmacıların Türkiye ile iletişime geçmesi sonucu Türkiye’de üretilen bilginin derinliğini, burada üretilen bilginin mahiyetini fark etmeleri sonucu Türkiye ile çok daha fazla ilişki kurulmak istendiğini ve Türkiye’de bu anlamda bilgi alışverişi hususuna çok daha dinamik bir yapı oluşturulduğunu görüyorum. Dolayısıyla, İslami ilimler alanında araştırma yapan bir kimsenin Türkiye sınırları dışındaki kurumlarla ilişki kurmadan üreteceği bilginin ciddi eksiklikler taşıyacağı kanaatindeyim.
Hocam yurt dışındaki yayınevlerinde ve dergilerde yayımlanan çeşitli çalışmalarınız var. Bu çalışmalarınızın yayın süreci hakkında bilgi verebilir misiniz? Bir araştırmacı yurt dışındaki prestijli yayınevlerinde kitap yayımlamak için neler yapmalı?
Birinci husus, onlarla etkileşim halinde olmanın bir sonucudur. İkincisi, üretmiş olduğunuz bilgiyi geniş kitlelere hitap edecek şekilde yapılandırdığınızda doğal olarak biraz daha belirli bir coğrafyanın sınırlarını aşabiliyorsunuz. Çok lokal bir yaklaşımla ve bakış açısıyla herhangi bir kitap veya makale kaleme aldığınızda o ürün sadece o bölgeyle sınırlı kalıyor, lokaliteyi aşamıyorsunuz. Hâlbuki bunu daha geniş bir çevreye hitap edebilecek bir şekilde tasarlayıp düşündüğünüzde ve dünyada çok kullanılan dillerde ürettiğinizde başka bölgelerdeki araştırmacıların ya da kurumların ilgisini çekiyor ve sizin eserlerinizi yayımlamak istiyorlar. Ya da kendiniz “Ben bu şekilde üretmeliyim” diyerek bu mecraları zorlamanız gerekiyor. Türkiye’deki akademisyenlerin İslami ilimler dışındaki farklı alanlarda yapılan çalışmalar değişik dillerde yayımlanıyor ve prestijli yayın evlerinde yayımlanma imkânı da bulabiliyor. Lakin Türkiye’de İslami ilimler alanında üretilen bilgi ancak son dönemlerde farklı dillerde yayınlanmaya başladı. Burada sadece İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi Batı dillerini değil, Arapçayı da kastediyorum.
Bu noktada, yurt dışındaki yayınevlerinde kitap ve makale yayımlama süreci hakkında birkaç husus da söyleyeyim. Bu tabii ki pek kolay bir süreç değil. Özellikle prestijli yayınevlerinin süreçleri yorucu ve ağır bir şekilde işliyor. Yayın konusunda da evrensel düşünmek zorundayız. Bundan bir iki yıl önce, salgından önceydi, Ramazan ayında kitap fuarına gitmiştim. Bu kitap fuarına gelen ziyaretçilerin önemli bir kısmının yabancı olduğunu görmüştüm. Ancak fuarda sergilenen kitapların neredeyse tamamı Türkçe. Tabii ki Türkiye’de yapılan bir fuardaki kitapların Türkçe olması gerekiyor ama ülkemizdeki yayıncıların İngilizce ve Arapça gibi dünyada çok konuşulan, bilgi üretilen dillerde de yayın yapmaya yönelmesi gerekmektedir. Ben bu durumu birkaç yayıncıya söylediğimde, “Gelen ziyaretçileri görmüyor musunuz?” dediğimde bana bu durumun pek farkında olmadıklarını söylemişlerdi. Bu minvalde Türkiye’deki yayınevleri kendilerini yayıncılık konusunda dünyaya hitap edecek şekilde konumlandırmalı.
“Prestijli yayınevlerinde kitap yayımlama işi uzun sürüyor.” demiştim. Zira bu yayınevlerinde yayımlanacak eserler ciddi bir editörlük, ciddi bir geri bildirim ve ciddi bir tashih sürecinden geçiyor. Konunun uzmanlarına çalışmanız gönderiliyor, iki veya üç uzmandan geri bildirim ve eleştiriler alınıyor, sizden bu eleştiriler üzerine çalışmanızı revize etmeniz isteniyor. Daha sonra dil ve gramer açısından tekrar bir tashih sürecinden geçiyor. Dolayısıyla bu uzun bir süreç hâline geliyor. Fakat ben burada şunu gördüm ve özellikle genç araştırmacı arkadaşlara da bunu tavsiye ediyorum: Yaptığınız çalışma gerçekten kıymetliyse ve ciddi bir iddia taşıyorsa bu bir şekilde mecrasını bulur ve yayımlanır. Bu süreçteki geri bildirim ve eleştiriler eserinizi besleyerek daha da nitelikli bir hâle getiriyor. Dolayısıyla “Prestijli yayın evlerinde kitap veya yazı yayımlamak için ne yapılabilir?” sorusunun cevabı sizin kendi çalışmanızın nitelikli olmasıyla başlamakta ve eserinizin o alanda üretilen bilgiyle diyaloğa geçmesiyle mümkün olmaktadır. Türkiye’deki akademik çalışmalarda, tezlerde ve kitaplarda karşılaştığımız en temel eksikliklerden birisi bu. Bir konuda çalışma yapıyorsunuz diyelim; bu bir kavram, şahıs ya da konu olabilir. O konuda mevcut bir literatür var. Çalışmanızı bu literatürle diyaloğa geçmeden, hesaplaşmadan ve literatürün bıraktığı boşluklara değinmeden yaptığınızda doğal olarak prestijli yayınevlerinin dikkatini çekmiyor. Ama literatürle hesaplaştığınızda, problemlerini ortaya koyduğunuzda ve katkınızın ne olduğunu söylediğinizde bu doğal olarak yayınevlerinin ilgisini çekiyor. Bu açıdan özellikle lisansüstü akademik çalışmalarda dünya ile diyalogda olmayı vurgulamamız ve çalışmaları da bu çerçevede yayımlamamız gerekiyor.
Başka ülkelerdeki kurum ve araştırmacılarla yürüttüğünüz projeleriniz var. Bu projelerin hayata geçiş ve yürütme süreçlerinden bahsedebilir misiniz? Uluslararası bir araştırma projesi yürütmenin önemi ve avantajları nelerdir?
Başta bahsettiğim gibi üretmiş olduğunuz bilgiyi bugüne sunma, bugüne hitap etme ve bu çerçevede benzer çalışma yapan insanlarla diyaloğa geçme, bu anlamda üretilen bilgiye katkı sunma sürecinin doğal bir sonucu olarak ortak bir çalışma yapma isteği doğuyor. Üzerinde çalıştığımız birçok konuya benzer konular aslında farklı ülkelerdeki araştırmacılar tarafından da çalışılıyor. Siz bir konuyu çalıştığınızda benzer konulara ve aynı soruya odaklanan insanların da sizinle çalışmak istediklerini keşfediyorsunuz. Doğal olarak bu işi birlikte yapma ve ortak bir ürün meydana getirme gibi fikirler meydana geliyor. Projeler biraz böyle başlıyor: Siz bir alanda çalışıyorsunuz, sizinle aynı konuyu çalışan ve aynı meselelere eğilen farklı ülkelere mensup araştırmacılar var; dolayısıyla onlarla bir araya gelip ortak bir projeyi, belli bir çalışmayı yürütme ihtiyacı hissediyorsunuz. Benim yürüttüğüm projeler genelde bu şekilde başladı. Aynı konuyu çalışan insanların birlikte daha geniş bir şekilde farklı tecrübeleri de bir araya getirmek suretiyle bir şeyler yapma isteğiyle başlıyor bu süreç. Tabii bu şundan dolayı önemli: Örneğin bir göç veya mülteci konusunda bir ortak proje yaptığınızı düşünün. Amerika’dan birisi, Almanya’dan birisi, Türkiye’den birisi, Ürdün’den birisi, Malezya’dan birisi dâhil olsun bu projeye. Her bir araştırmacının bulunmuş olduğu ilmî havzanın, ortamın bir tecrübesi ve arka planı var. Bunların hepsi bir araya geldiğinde daha geniş kitlelerin sorunlarına çözüm üretecek bir çalışma yapılmış oluyor. Siz ne kadar Türkiye’de olan bir araştırmacı olarak bu alanda dünyada yaşanan gelişmeleri dikkate alsanız da bunu kuşatmanız her zaman mümkün olmuyor ama farklı kişilerin tecrübeleri bir araya getirildiğinde ortaya çok daha genel, kuşatıcı ve çözüm odaklı birtakım sonuçlar çıkıyor. Dolayısıyla, tıpkı başka ülkelerdeki araştırmacılarla diyaloğa geçmenin öneminde olduğu gibi projeler de bizi bu anlamda dünyaya açabilecek, sahip olduğumuz tecrübe ve birikimin, devralmış olduğumuz mirasın çok daha efektif bir şekilde kullanabileceğimiz mecralar bizim için. O yüzden ben proje yapılmasını da önemsiyorum. Türkiye’de son yıllarda özellikle TÜBİTAK başta olmak üzere uluslararası projelere dâhil olan çok araştırmacı var. Belli bir müddet sonra bunların çıktılarını ve ürünlerini göreceğiz. Bizim ülkemizdeki ilmî birikimin dünyadaki değişik araştırmacılara ve kurumlara da ilham kaynağı olduğunu göreceğiz inşallah.
Hocam İngilizce ve Arapça telifin ve yurt dışıyla yakın ilişkiler kurmanın önemi ve faydalarından bahsettik. Bu durumda, yurt dışındaki akademik birikimle daha sıkı bir ilişki kurmak için neler yapabiliriz? Genç araştırmacılar kendilerini bu konuda geliştirmek için ne gibi somut adımlar atmalıdır? Ayrıca, İslami ilimler alanında eğitim veren kurumlar öğrencilerine bu yetkinliği kazandırmak için akademik programlarını nasıl güncellemelidir?
Bu üzerinde çokça konuşulabilecek bir soru ama ben kısaca ifade edeyim. Yurt dışındaki akademik birikimle sıkı bir ilişki kurmak için, başta söylediğim gibi, çalışmış olduğunuz alan her ne ise o alanda çalışan insanların üretmiş olduğu bilgiyi gözden geçirmek, onlarla diyalog ve irtibat kurmak gerekiyor. Mesela diyelim ki İslam hukukunda çalışıyorsunuz ve çalışmış olduğunuz konu “azınlıklar”, “fıkıh usulünün tarihi” ya da “ceza hukuku” olsun. Bu alanda kimler çalışıyor ve neler yapıyor? Bunu bilmemiz gerekiyor. Bu açıdan özellikle lisansüstü çalışma yapan arkadaşların en azından iki dile çok iyi bir şekilde vâkıf olması gerekiyor. Arapça ve İngilizce… Bu iki dili bilmeden lisansüstü çalışma yapmak mümkün değil. En azından bu iki dilde üretilen bilgiye vâkıf olmamız gerekiyor ve bu bilgileri üreten insanlarla diyaloğa geçmek gerekiyor. Artık günümüzde e-mail ve benzeri değişik platformlar mevcut. Dolayısıyla, bu çerçevede bir bilgi alışverişinde bulunulduğunda karşı tarafın da sizin gibi hemen buna sıcak bakacağını görürsünüz. Bu ilişkiyi kurmak gerekiyor.
Genç araştırmacılar için daha somut olarak bakacak olursak, aslında genç araştırmacılarla onlara eğitim veren kurumların yetkinliğini bir arada değerlendirebiliriz. Genç araştırmacılar için birçok şeyden söz edebiliriz ama ben daha somut bir nokta üzerinde durmak istiyorum. Lisansüstü öğrenci sempozyum ve konferansları bu anlamda önem taşıyor. Malum, birçok alanda olduğu gibi ticarette de network çok önemli. Biz ilmî çalışmalarda networkü genelde çok önemsiz görürüz. “Ben otururum, çalışırım, yazarım; gören görür, okuyan okur.” diye düşünürüz. Aslında dünyada böyle olmuyor. O konuları çalışan insanlarla irtibata geçmeksizin, o konuda çalışan insanlarla aynı ortamlarda bulunmaksızın bir kenz-i mahfî olarak keşfedilmeyi beklerseniz keşfedilmeniz bazen çok uzun zaman alır, bazen de hiç keşfedilmeyebilirsiniz. Dolayısıyla burada network önemli. Peki network nasıl kurulur? Bizim belki de Türkiye’de ihmal ettiğimiz, çok fazla önemsemediğimiz hususlardan birisi bilim şölenleri, sempozyumlar, konferanslar… Bunlar ister lisansüstü öğrenci sempozyumları olsun ister genel sempozyumlar olsun ilgi duyduğunuz alanda yapılan bu tarz bir çalışmada siz bulunursanız, oraya giderseniz, orada yer alırsanız, dinlerseniz, katkı sunarsanız doğal olarak sizin gibi konuları çalışan insanlarla tanışma imkânı bulursunuz. Ben bunu özellikle Batı’da çok müşahede ettim. İnsanlar bu tarz ortamlara hem bilgilenmek, dinlemek, başkalarının neler çalıştığını, kendi akranlarının neler yaptığını görmek hem de o alanda çalışan insanlarla diyalog ve irtibat kurmak, fikir teatisinde bulunmak ve ileriye dönük birtakım projelere adım atmak için bir imkân gibi bakıyorlar. Türkiye’de biz bunu çoğunlukla ihmal ediyoruz. Genç arkadaşlar bu tarz ortamlarda çok az bulunuyorlar. Öğrenci sempozyumlarının böyle bir faydası var. Özellikle Batı’da birçok üniversite her alanda, bizim konuştuğumuz İslami ilimler alanında da lisansüstü öğrenci sempozyumları düzenliyor ve bunlar herkese açık. Bir şekilde bu sempozyumlara katılmak ve oralarda sunum yapmak gerek. Çünkü o sempozyumlara daha tecrübeli araştırmacılar ve akademisyenler de geliyor. Bu tarz ortamlarda bulunmak bizi hem akranlarımızla hem de daha tecrübeli ve birikimli olan insanlarla buluşturur. Bu, ileride yapılacak birçok çalışmaya da zemin hazırlar. Sizin lisansüstü öğrencisi iken kurmuş olduğunuz bir ilişki bir müddet sonra doktoralarınızı bitirdiğinizde iki hoca olarak sürdürdüğünüz bir ilişkiye dönüşüyor. Dolayısıyla erken dönemden itibaren bu tarz imkân ve fırsatları değerlendirip bu ilişkiyi kurmak gerekiyor. Çok somut bir adım olarak bunu söylüyorum. Birçok şey söylenebilir belki.
Bir de kurumların öğrencilere bu yetkinliği kazandırmak için neler yapabileceği meselesi var. Burada da birçok şey söylenebilir ama ben yine sadece bir nokta üzerinde durmak istiyorum. Türkiye’ye dünyanın dört bir yanından birçok insan gelip en azından bir sabbatical (öğretim üyelerine verilen maaşlı izin) dönemini burada geçirmek, burada araştırma yapmak istiyor. Bunun önünü açıp, mümkün mertebe farklı ülkelerden araştırmacıların Türkiye’ye getirilmesi, Türkiye’deki öğrencilerle ve ilim adamlarıyla buluşturulması ve bu çerçevede bir atmosfer oluşturulması aslında eğitim programının bir parçası olmalı. Gelen insanların burada ders vermesi, konferans vermesi, konuşma yapması vs. Biz İstanbul Üniversitesi olarak bunu salgın öncesinde yaptık ve çok faydasını gördük. Birkaç araştırmacı geldi ve hem buradan istifade ettiler hem de buradaki öğrenciler onlardan istifade ettiler ve hâlâ gelen hocalarla bizim öğrencilerimiz birtakım seminer, çalışma ve okuma gruplarını devam ettiriyor. Dolayısıyla bu şekilde biraz daha dünyaya entegre olacak bir model geliştirirsek farklı araştırmacı ve akademisyenlerin de buraya gelmesini sağlarız. Dolayısıyla bizim akademik kurumlarımız misafir araştırmacı ve misafir öğrencilerle ilgili olanaklarını eğer genişletirlerse ciddi bir entelektüel ve, ilmî bir etkileşimin olacağını düşünüyorum. Bu da özellikle genç araştırmacı arkadaşlar için gelecekte daha güzel çalışmalar yapmaya vesile olacak.
Hocam değerli cevaplarınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Memduh Erdoğan sordu.