Genel Kitaplık Mülakat

Fıkıh Usulü Tarihini Nasıl Dönemlendirebiliriz? – Mehmet Boynukalın ile Söyleşi 2. Kısım

Mehmet Boynukalın hoca ile Fıkıh Usulü Alimleri ve Eserleri kitabı üzerine yapmış olduğumuz söyleşinin Fıkıh Usulü tarihi dönemlendirmesi ve Osmalı’daki ilmi süreç hakkındaki ikinci kısmını yayınlıyoruz. Abdullah Bardakçı sordu.

Söyleşinin birinci bölümü için tıklayınız.

 

Hocam bir usul-i fıkıh tarihi dönemlendirmesi yaparken nasıl bir yol izlemeliyiz? Sizin kitabınızda yaptığınız dönemlendirmeyi (Kuruluş Dönemi, Olgunlaşma Dönemi, Genişleme Dönemi, Duraklama Dönemi) nasıl anlamalıyız?

Bu, bir tasnif yapma ihtiyacından ortaya çıktı. 1’den başlayıp 800’e kadar giderken bir dönemlendirme yapmak makul gözüktü bana. Farklı dönemlerin olduğu zaten aşikâr, İmam Şâfiî’nin yazdığı eserle Molla Hüsrev’in Mirkâtü’l-vusûl’ü arasında dağlar kadar fark var. Oradan buraya nasıl geldi bu ilim? Bunu anlamak için dönemlendirme yapmak lazım. Tabi bunlar tartışılabilecek şeyler. Benim kendi gözlemim neticesinde yaptığım, müşahedem neticesinde ortaya koyduğum dönemlendirme bu. Ama tahlile yönelik daha net çalışmalar yapıldıkça bu konuyla ilgili daha net şeyler söylenme ihtimali var. Bu, benim ilk bakışta tespit ettiğim bir şey. Genelde başkaları da aşağı yukarı benzer şeyler söylüyorlar. Bu eserleri muhteva açısından tahlil edebilecek bir çalışma yapmak çok uzun bir vakit alırdı –ki ilerde muhteva tahliline yönelik çalışmalar yapma niyetim var- bu yüzden ben önce malzemeyi ortaya koymak istedim.

İmam Şâfiî döneminden itibaren olan döneme bu ilmin kuruluş dönemi dememiz uygun gözüküyor; çünkü o güne kadar yazılmış bir usul eseri yok, en azından müstakil bir usul eseri yok. Hatta Risâle’nin yazılışıyla alakalı rivayetler göz önünde bulundurulduğunda Abdurrahman b. Mehdi diye bir muhaddisin İmam Şâfiî’den böyle bir eser yazmasını istediği görülüyor. Abdurrahman b. Mehdi, İmam Şâfiî’nin zeki, genç ve ehl-i hadisi ehl-i reye karşı savunan bir âlim olduğunu görüyor. Ama İmam Şâfiî ehl-i hadisi, ehl-i reye karşı ehl-i hadisin savunmadığı bir şekilde savunuyor; çünkü İmam Şâfiî, İmam Muhammed’e talebelik yapmış, yani ehl-i reyin metodunu kavramış. Onun için ehl-i hadisi Hanefîlere karşı savunurken Hanefîlerin metodunu kullanıyor. Tabi muhaddisler daha önce böyle bir şey görmemişler. İmam Şâfiî gelmeden önce Hanefîler, ehl-i hadisle –tabiri caizse- dalga geçiyorlardı sürekli. Çünkü hadisçiler rey metodunu bilmiyorlardı. Ama İmam Şâfiî gelince, İmam Muhammed’den öğrendiği metodu onlara karşı kullanınca, Hanefîler de onu ciddiye alıyorlar. O yüzden bakarsanız, Hanefî usul kitaplarında kavga ettikleri kişi hep Şâfiî’dir. Fıkıhta da öyle, usulde de öyle. Onu ciddiye aldıkları için. Tabi bu, ilmin gelişmesi için gerekli olan bir şey. Yani çatışma olmadan ilim gelişmez. Seninle tartışacak karşı bir fikir olacak ki sen de kendi argümanını ve delilini geliştirebilesin. O yüzden hepsini rahmetle anıyoruz.

img_0185.jpgDediğim gibi, İmam Şâfiî’nin bu ilk eseri yazdığı dönemi kuruluş dönemi olarak adlandırabiliriz. Peki, bu dönem nereye kadar gidiyor? Aşağı yukarı, benim gözlemime göre, 5. yüzyıla kadar. Yani 3. ve 4. yüzyılları kuruluş dönemi olarak kabul ettim. Çünkü bu dönemde her mezhebin kendi düşüncelerini ortaya koyduğu ilk çalışmalar yapılıyor. Hanefîlerde Cessâs (ö. 370/981) ortaya çıkıyor, İsa b. Ebân’ın (ö. 221/836) kitapları var ama onlar toparlayıcı ve kapsamlı eserler değil. Cessâs’ın eseri Hanefî usulüne dair elimizdeki ilk kapsamlı eser. Cessâs, Hanefîler açısından çok önemli. İkinci derecede önemli olan zat da Debûsî’dir (ö. 430/1039). Bu iki zata Hanefî usulünün kurucuları denebilir. Diğer taraftan Şâfiîlere baktığımızda, İmam Şâfiî’nin Risâle’si üzerine birçok şerh yazıldığını görüyoruz. Ama maalesef bunların hiçbiri günümüze ulaşmamış. Enteresan bir şekilde bir tanesi bile ulaşmamış. Kaynaklarda bu kitaplardan alıntılar var, ama kitapların kendileri maalesef kaybolmuş.

5. yüzyıldan itibaren artık olgunlaşma dönemi başlıyor. Bu dönem 5, 6 ve 7. asırlar boyunca devam ediyor. Olgunlaşma döneminde her mezhebin fıkıh usulüyle alakalı fikirlerinin olgunlaştığını ve temel eserlerinin yazıldığını görüyoruz. Mesela Hanefîler açısından temel kaynak Pezdevî’nin Usûlü’l-Pezdevî’sidir. Pezdevî, Cessâs ve Debûsî’nin fikirlerini almış, bunları süzgeçten geçirmiş, kimisini değiştirmiş, bazılarını reddetmiş, bazılarını kabul etmiş; kendisine göre yeni bir sistem oluşturarak yeni bir eser ortaya koymuş. Ve başarılı da olmuş ki ondan sonra gelen herkes onun sistemini takip etmiş. Artık kimse Cessâs ve Debûsî’yi kaynak olarak kullanmamış, Pezdevî’yi esas almışlar. “Pezdevî, kendisinden öncesini iyice hazmetmiş, daha güzel bir sistem ortaya koymuş, artık ondan öncesine ihtiyacımız yok” demişler, Pezdevî’yi esas almışlar. Bu, olgunlaşmayı gösteriyor. Bunun benzeri bütün mezheplerde var. Şâfiîlerde mesela bu dönemde İmamü’l-Haremeyn Cüveynî, Burhân’ı yazmış ve onun talebesi Gazzâlî Mustasfâ’yı yazmış. Mustasfâ, kendisinden sonra gelenleri muazzam derecede etkilemiş. Tabii Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî usulleri birbirine benzediği için İmam Gazzâlî sadece Şâfiîleri değil, bu üç mezhebin hepsini etkilemiştir. Mesela Hanbelî mezhebinde en çok okutulan usul kitabı İbn Kudâme’nin Ravzatü’n-nâzır’ı, İmam Gazzâlî’nin Mustasfâ’sının özetidir. Mâlikîler ise Mefâtîhu’l-gayb sahibi Fahreddin er-Râzî’nin el-Mahsûl adlı usul kitabından etkilenmişler. Râzî’nin kaynakları arasında İmam Gazzâlî’nin Mustasfâ’sı ile Ebu’l-Hüseyn el-Basrî’nin el-Mutemed’i var. Tabii Mahsûl sadece Mâlikîleri değil, Şâfiîleri de çok etkilemiş; Hanefîleri de bir dereceye kadar etkilediği söylenebilir. Mâlikîlerin en çok okutulan usul metinlerinden biri olan Karâfî’nin Tenkîh’i, Mahsûl’e dayanıyor. Dolayısıyla denebilir ki Gazzâlî ve Râzî, mütekellim usulünün temelini teşkil eden âlimlerdir. Bunların hepsi bu olgunlaşma döneminde yaşamışlar; 5, 6 ve 7. yüzyıllarda. Yani bu asırlarda artık usul-ü fıkıh belli bir kıvama ulaşmış, olgunlaşmış.

Sonra 8. ve 9. asırda genişleme dönemine geliyoruz. Bu döneme genişleme dönemi adını vermemin sebebi bu dönemin İslam dünyasında Memluklerin hâkim olduğu dönem olması. Memlukler Mısır’da hüküm sürmüşlerdir ve genelde Türklerdir. Çerkez olanlar da vardır. Hanefî mezhebine destek vermişlerdir. Memlukler gelmeden Hanefîlik o bölgede zayıflamaya yüz tutmuştu, Memlukler geldikten sonra canlandığını görüyorsunuz. Orta Asya’dan Şam’a ve Mısır’a ulema getirtip buralarda onlar için medreseler kuruyorlar. Böylece bu bölgelerde Hanefî mezhebi tekrar canlanıyor. Bu dönemde ansiklopedik eserler yazılmış. Baktığımızda görüyoruz ki her mezhepte çok geniş usul kitapları yazılmış, bundan önceki dönemde o hacimde eserler göremiyoruz. Mesela 5, 6. ve 7. yüzyıllarda yazılan usul kitapları genelde bir veya iki cilt olurdu. Ama 8. ve 9. yüzyıllarda her mezhep usulüyle ilgili ciltler dolusu kitaplar yazıldığını görüyoruz. Meseleler genişliyor, mezhepler arasındaki tartışmalar fazlalaşıyor, her mezhep kendi içinde birtakım tercihlere gidiyor, öncekilerin görüşlerini süzgeçten geçiriyor. Hanefî ulemasından o dönemde yaşayan Emîr Kâtip el-Etkâni (Fârâbî ya da Otrâfî de deniyor) isminde bir zat var. Mısır’a Kazakistan’dan geliyor. Bu zatın yazdığı birçok eser var. Mesela Pezdevî üzerine şerhi var ki bu gayet büyük bir kitap. Aslında usulde uzun kitap yazan pek olmaz, çünkü usulün konuları bellidir. Mesela fıkıhta çok teferruata girersen kitâbü’t-tahâradan kitâbü’l-ferâize kadar elli cilt kitap yazabilirsin istersen, ama usul öyle değil. Bundan dolayı usulde hacimli eser yazmak kolay bir iş değildir. Ama bu dönemde böyle hacimli kitaplar yazılmış. Genişlemeden kasıt bu. Usulü geliştiriyorlar, meseleler için yeni birtakım deliller buluyorlar, tartışmalar genişliyor, vs. Bu önemli bir dönem. Bu dönemde telif edilen eserlerin incelenmesi ayrıca önemli. Çünkü bu dönemden sonra, yani 9. yüzyıldan sonra, yaklaşık hicri 900’den 1300’e, miladi 1500’den 1900’e kadar İslam dünyasına Osmanlılar hâkim olmaya başlıyor. Bu tarihte klasik dönem bitiyor, artık modern döneme gelince ben orada durdum, modern dönemi ayrıca ele almak lazım.

Bizim kendi tarihimizi en iyi şekilde öğrenip iyi tarafını ve eksik tarafını tespit edip, eksik tarafını da söylemekten korkmamamız lazım.

Modern döneme gelince günümüzdekilerin ifadesiyle paradigma değişiyor. Düşünceler değişiyor, usule bakış açısı yavaşça değişmeye başlıyor. O yüzden modern dönemdeki o usulcüleri farklı bir şekilde değerlendirmek lazım. Benim duraklama dönemi diye adlandırdığım bu son 400 yılda, öncekilerin yazdığı kalitede bir kitap yok. Yani ondan önceki müelliflerin yazdığı kitaplar genellikle tekrar ediliyor, ihtisar ediliyor, özetleniyor, o özetin üzerine birisi geliyor şerh yazıyor. Şerh yazdığı zaman yine eski kaynaklara gidiyor, kendisi yeni bir şey ilave etmiyor. Mesela gidiyor Fahrettin Râzî’ye, Nesefî’ye, oralardan birtakım ilavelerde bulunuyor. Belki kendi düşüncesi ile bazı yorumlar getiriyor olabilir fakat getirdiği bu yorumların hemen hiçbiri usulün kendisi ile alakalı değil. Yani usulü geliştirmeye yönelik olmaktan ziyade aklî ilimler ile ilgili yorumlar oluyor. Mesela dil ilimleri, gramer, belâgat, kelam, felsefe ağırlıklı şeyler. Bunlar usul-ü fıkhın birincil konularından değil. Mesela usul-ü fıkhın dil açısından tahlilini yaparsan bunun usule katkısı nedir? Bunu yapmak mâlâyânî ile uğraşmaktır. Veya mesela usul-ü fıkıh kelimesini falanca müellif şöyle tanımlamış ve buna 20 tane itiraz var diyor. Ben bunu ne yapayım? Bunun bir yere kadar faydası var ama bunu abartırsak böylece işin özünden uzaklaşırız. Yani işin özü sadece bu tanımlara kayıtlı kalmak mı? “En güzel tanımı ben yaptım.” Peki, ne oldu? Sonunda fıkha yeni bir şey katabildin mi? Yeni ortaya çıkan problemlere çözüm getirecek bir kural buldun ve o kuralı daha kullanışlı bir hale getirdin mi? Hayır. 10. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar yazılan kitapların yaptığı tanımlarla ile uğraşmak, felsefi izahı daha güzel yapmak, mevcut olan malzemeyi koruyup sonraki nesillere nakletmek. Allah razı olsun, hiçbir ulemanın yaptığı faaliyetleri küçük görmüyoruz. Ama bizim açımızdan geriye dönüp baktığımızda bir değerlendirme yapmamız lazım. Ne kimsenin hakkını yiyeceğiz ne de kimseyi yücelteceğiz, yani ne az ne de çok, ne varsa onu yapacağız, burada kendimizi değerlendiriyoruz, bu ulema bizim ulemamız. Ben bu müellifleri ve yazılarını değerlendirirken benim babam ya da dedem gibi bakıyorum onlara. Rahmet okuyorum. Güzel bir tespit görüyorum, “Allah sana rahmet eylesin” diyorum. Biz bu insanları seviyoruz, onlara karşı kalbi bağımız var, bir oryantalist gibi bakmıyoruz. Oryantalist alıyor, bakıyor, değerlendiriyor, bizi bunlar ilgilendirmez. Bizim kendi tarihi birikimimizi onlardan daha iyi bilmemiz lazım, maalesef gayrimüslimler bazen öyle inceliyorlar ki bizim Müslümanların yapamadıkları şeyleri yapıyorlar. Bizim kendi tarihimizi en iyi şekilde öğrenip iyi tarafını ve eksik tarafını tespit edip, eksik tarafını da söylemekten korkmamamız lazım. Çünkü biz bunları neden söylüyoruz? Kötülemek için değil; eksiğimizi görüp tamir edelim, burada bizim yapabileceğimiz bir şey varsa diye bakıp kıyamete kadar gelişmeye devam edelim diye. Çünkü bu bir yerde durmayacak. Biz günümüzde elimizden ne katkı geliyorsa onu yapalım. Herkesin elinden bir şeyler gelir, yapabildiğimiz kadar, Allah ne kadar izin verirse. Günümüz açısından Müslümanlara faydalı bir şeyler söyleyebilir miyiz? Problemlerin çözümlerine katkıda bulunabilir miyiz? Bu anlamda niyetimizin olması gerekiyor. Yoksa bizim maksadımız ne kimseyi kötülemek ne de üste çıkarmak.

 

Hocam 8. ve 9. yüzyıllarda, yani genişleme döneminde, Memlukler döneminde ansiklopedist dediğimiz tarzda âlimler ortaya çıkıyor, birçok şeyler yazıyorlar. Fıkıh usulünde de böyle bir genişleme olmuş. Osmanlı’ya gelindiğinde ise buna duraklama diye isim verdiniz. Memlükler’de ne vardı da Osmanlılar’da yoktu?

Memlukler’de benim en çok dikkatimi çeken şey şu: Memlukler bir Arap coğrafyasına hâkim olmuşlar, yani Mısır’a ve Suriye’ye. Buralarda dört mezhep de canlı bir şekilde yaşıyordu. Hanefîler de Mâlikîler de Şâfiîler de Hanbelîler de vardı. Ve sürekli tartışma içindeler, canlı bir ortam var. Memlukler alt taraftan Hanefîleri desteklemişler ama halk tabakası genellikle Hanefî değil ki, Arap ülkelerinin çoğunda halen öyle. Ehl-i hadise daha yakın duruyorlar Araplar. Ayet okuyor, hadis okuyor, “Aaa, öyleymiş!” diyor. Acem, ehl-i rey olmaya daha müsait, bana öyle geliyor. Yani Arapçamızın olmaması bazen bizim dezavantajımız bazen de avantajımız. Avantajı kafamızı daha çok çalıştırmamızı sağlaması. Çünkü dili iyi anladığın zaman ayeti, hadisi hızlıca okuyorsun ve anlıyorsun. “Tamam, anladım ve bununla amel edeceğim” diyorsun. Ama bizim Türkler ibareyi çözene kadar, cümlenin sonuna gelene kadar canları çıkıyor. Diyor ki “Ben burada teemmül edeyim, şâri ne demeye çalışmış maksadına bakayım.” Maksat üzerinde düşünmeye başladığın zaman ehl-i rey oluyorsun işte. Hz. Peygamber’i Arap’ın anladığından belki de genel itibariyle daha az anlıyor ama teemmül etmeye başlıyor. Diyor ki “Ben belki onun okuduğu kadar hadisi okuyamam, o bir günde 100 tane hadis okuyor, ben okuyamam fakat 10 tane hadis okurum, şâriin maksadını tespit etmeye çalışırım.” Yani “Şâri neden bundan bahsetmiş ne yaparsam fıkhı bugünkü halkın problemlerine çözüm bulacak şekilde anlarım?” diyor. Memlukler döneminde bu muhtelif fikirleri, yani bir taraftan Hanefî bir taraftan Şâfiî bir taraftan Mâlikî ve Hanbelî ortamı Memluk Devleti sağlamış ve onlara serbest bir ilmi ortam sağlayabilmek için uğraşmış. Mesela hepsinin ayrı medreseleri var. İdareciler Hanefî medreseleri kurmuşlar ama diğer taraftan Hanbelî medresesi de kurmuşlar, bir ayrımcılığa gitmemişler. Belki de Hanefîlerin geçmişte yenen hakkını iade etmişler bu şekilde. Hakikaten 7. ve 8. yüzyıllarda Hanefî mezhebi canlanmış ve güçlü Hanefî müellifler ortaya çıkmış.

O tartışma ortamı ilimlerin gelişmesine katkıda bulunmuş ama Osmanlı biraz daha bu işi rafine hale getirmiş, yani Hanefî mezhebine açık ve net şekilde öncelik vermiş ve biraz diğer mezhepleri baskılamış sanki. Belki bizim o coğrafyadan uzak olmamızın da etkisi vardır. Yani mesela Anadolu ya da İstanbul, Mısır ya da Suriye gibi Arap kültürüne sahip olan beldelerden uzak bir konumda bulunuyor. Belki Osmanlı devletinin merkezi İstanbul değil de Şam olsaydı o zaman daha farklı olabilirdi. Ama İstanbul olunca medreselerde farklı bir ortam oluşmuş, mesela Şam’da ya da Mısır’da Memlukler döneminde canlı olan hadis tedrisatı Osmanlılarda zayıflamış. Osmanlılarda aynı yoğunlukta muhaddis görmek mümkün değil. Bunun yerine kelama, dil ilimlerine, gramere daha fazla bir yöneliş var. Böyle olunca benim naçizane fikrim, haliyle İslami ilimlerin gelişmesi için gördüğüm önemli şeylerden birisi biraz zahiri ilimlere de önem verilmesi gerektiğidir. Hani biraz önce olayı lehimize yonttuk, Arapları eleştirdik ama o bizim eksik noktamız aslında. Naslara daha çok önem vermemiz lazım, evet tefekkür de lazım fakat sonuçta İslami ilimlerden söz ediyoruz, İslami ilimler nas yani vahiy üzerine bina edilen ilimlerdir. Bunun temelinde ne var? Hadis ve Kuran var. İki ana temel budur, ne derlerse desinler. Evet, zahiri anlayışa karşı duralım, “Kuran’ı ve hadisi ezberleyelim, iş bitti” demek bizi zahiri bir anlayışa götürüyor, bu doğru bir anlayış değil ama Kuran ve hadisten yeterince nasip almamak, onları bilmemek ve onlara vakıf olmamak da bizim biraz zayıf tarafımızı teşkil ediyor. Bunları mümkün mertebe bilmemiz gerekir. Hindistan’da mesela hadis ilimlerine önem veriyorlar, kütüb-ü sitteyi ezberliyorlar ve bu insana muazzam bir İslam kültürü veriyor. Ne derseniz deyin, hadisler Kuran’ın tefsiridir. Yani Kur’an’ı Kerim’in tefsirini baştan sona okursunuz, eğer bu tefsir kitabı yeterli ölçüde hadis ihtiva etmiyorsa Kur’an hakkında bilginiz eksik kalır. Mutlaka İslami ilimler talebesinin hadis konusunda iyi bir malumatı olması lazım. Eğer İslami ilimlerde uzmanlaşmak istiyorsa, iyi bir merhale kat etmek istiyorsa bir kişi, kütüb-ü sitteyi okuması lazım. Hepsini okuyamıyorsa bile onları özetleyen bir-iki ciltlik kitaplar var, onları okuması lazım. Bunların şerhleri var, İbnü’l-Esîr’in yazdığı Câmi’u’l-usûl çok uzun ama Teysîru’l-vusûl ilâ Câmi’i’l-usul mesela kütüb-ü sitteyi özetleyen bir hadis mecmuası. Yahut mesela bir hadis kitabının şerhini okuması lazım. Mesela Ali el-Kârî’nin Mirkâtü’l-mefâtîh’i veya Bedrettin el-Aynî’nin kitapları okunabilir. El-Aynî hem Hanefî fakihi hem de muhaddistir. Bu ikisini cem etmiş âlimler bize bence İslami ilimleri daha düzgün bir şekilde temelden tanıtıyorlar ve daha kolay bir şekilde kavramamızı sağlıyorlar. Belki Memlukler döneminde İslami ilimlerin bu kadar canlı kalmasının önemli sebeplerinden birisi bu.

Osmanlı medreselerinde hadis tahsilinin zayıf olmasının dezavantajları var, ben onu bir eksiklik olarak görüyorum. Bizimkiler Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârî’nin küçük bir özeti olan Mebâriku’l-ezhâr şerhu Meşâriki’l-envâr’ı veya bazen Sahîh-i Buhârî’nin bir kısmını okumuşlar, Sahih-i Müslim keza. Yani hadis ilmine bitmiş bir ilim gözüyle bakmışlar, o ilimle çok fazla ilgilenmemişler. Hâlbuki Kur’an ve sünnet insanların ve âlimlerin zihninde canlı kaldığı sürece İslam âlimlerinin düşünce yapılarının daha canlı olacağını tahmin ediyorum, yani ben donukluktan böyle kurtulacağımızı umuyorum. Kur’an her asra hitap eden bir özelliğe sahip, onun tefsiri mahiyetinde olan sünnet de yine bu özellikleri içinde barındırıyor. Çünkü kıyamete kadar bâkî olacak şeyler bunlar. Hangi mezhepten olursa olsun bir Müslümana Kur’an ve hadislerle hitap ettiğiniz zaman eyvallah diyecektir. Ama bir mezhep ya da imamın görüşüyle ancak dar bir kesime, yani onu kabul eden insanlara hitap edebilirsiniz. Dolayısıyla bizim belli bir kanaate sahip olmamız normal bir şey, yani biz belli bir mezhebe ya da belli bir kanaate sahip olabiliriz, onu tercih edebiliriz ama onu tercih ederken bile onun dayandığı temelleri bilmemiz lazım. Ben bu kanaate sahibim ama hangi ayet ya da hadise dayanarak bu kanaate sahibim? Bir ilim talebesi olarak bizim bunu tespit etmemiz lazım. Bunu da hayat boyu devam ettirmemiz lazım, yani sadece talebelik merhalesinde değil, ister hoca olun ister olmayın ilim talebeliği zaten ölüme kadar devam eden bir süreç. Bu talebeliği canlı tutmamız, sürekli sorgulamamız, İslami ilimlerle, ayetlerle, hadislerle irtibatı koparmamamız lazım ki bu canlılık devam etsin.

Gerçi bazı araştırmacılar Osmanlı’da ilmi anlamda bir duraklama olduğu konusuna karşı çıkıyor. Osmanlı döneminde neler yazıldı bilmiyoruz, diyorlar. Kısmen doğru, evet Osmanlıların yazdıkları birçok eserden biz halen daha haberdar değiliz, çünkü bu eserlerden birçoğu halen daha neşredilmemiş, bir çalışanı bekliyor. Maalesef Arabistan’da Osmanlı âlimlerinin kitaplarını Osmanlı’dan daha çok neşrediyorlar. Araplar tahkik, yani el yazma kitapları neşretme işine önem verirler. Şimdi onlar kendi mezheplerinin yazdıkları eserleri bitirdiler, sıra bizimkilerin yazdıklarına geldi. Çünkü adam doktora veya yüksek lisans tezi yazacak, inceleyecek bir kitap arıyor, bakıyor ki hepsi incelenmiş. O zaman gidiyor Osmanlıların yazdığı kitapları neşretmeye ve yazmaya başlıyor. Böyle Arabistan’da neşredilmiş birçok kitap var. Hâlbuki bu işleri bizim yapmamız lazım. Türkiye’de maalesef biz bu işlere yeni yeni el atmaya başladık. İnşallah bundan sonra daha güzel çalışmalar olur, en azından bizim ecdadımız ne yapmış, ne etmiş anlamış oluruz.

En azından Osmanlı tam ne yapmış bir bilelim, herkes farklı şey söylüyor. Ortaya koydukları şey nedir bilmiyoruz, çoğumuz hariçten gazel okuyoruz.

Mesela Molla Fenârî’nin usul düşüncesi hakkında doğru dürüst bir çalışma yok. Hâlbuki bu memlekette yaşayan ilahiyat hocaları talebelerine böyle çalışmalar vermeli. Bizimkiler gidiyorlar mesela Tunus’ta yaşamış İmam Karâfî hakkında araştırma yapıyorlar. Bırak da Tunus’ta yaşamış olan adamı onlar araştırsın. Osmanlılarda yaşayan ulemayı da sen tetkik et. Çünkü adam oradan gelip Osmanlı ulemasının eserlerini tetkik ettiği zaman senin bildiğin pek çok şeyi bilmiyor. Hani bilgi yarışmalarında ilk 5 basit soru oluyor ya, o soruları ancak o kültürü bilen insan cevaplayabiliyor. Bazen kültüre yabancı insan geliyor mesela basit sorulara cevap veremiyor, çünkü o kültüre sahip değil. İşte bu iş de böyle, sen Osmanlı ulemasının yazdığı şeyleri daha iyi anlarsın. Mesela geçenlerde Hanefî bir âlimin yazdığı bir kitap üzerine doktora tezi yazan Suriyeli bir genç geldi. Muhtemelen bu alim Türk asıllı çünkü Buhara ve Semerkant’taki insanların çoğu Türk asıllı. Kitabın cümle yapısı biraz değişik, bir Arap’ın yazacağı gibi yazılmamış. Ben Türk mantığıyla okuyunca anlıyorum bu cümleyi, ama Arap olsa bu cümleyi kurmaz. Mesela bizim kelam konusundaki imamımız İmam Mâtürîdî’nin tefsir eseri olan Te’vilâtu’l-Kur’ân var, onun neşrinde bir-iki cilde ben de yardımcı oldum. Baktığında cümle yapısı bu zatın Arap olmadığını gösteriyor. Başımızın üzerinde yeri var tabi fakat cümlesinden eserin bir İranlı ya da Türk tarafından yazıldığı belli oluyor. Öyle okuduğun zaman anlıyorsun. Birisi sormuştu burada ne diyor diye, Mesela “أن” diyor “لأن” ‘yi kastediyor. Böyle deyince soran adam birden anladı. Adam nasıl anladın diye sorunca ben de beş-on yerde böyle çıktığını, başka mana çıkmadığını söyledim. Gramere uygun değil ama adam cümleyi öyle kurmuş. Onu ancak o usulü mümarese ile uzun süre incelersen çözersin. Bunu da ancak biz yapabiliriz, bu coğrafyada yaşayan insanlar buranın insanını daha iyi anlar. Belki de bu, âlimler hakkında manevi olarak bizim borcumuzdur, çünkü bu ilimleri bize bu insanlar ulaştırdı, İslam’ı onlar muhafaza etti, onların bereketiyle bu memleket İslam’la halen daha müşerref kaldı. Bu insanların yaptıkları çalışmaları, iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla eksiğiyle biz gün yüzüne çıkarmalıyız. Ama en azından Osmanlı tam ne yapmış bir bilelim, herkes farklı şey söylüyor. Ortaya koydukları şey nedir bilmiyoruz, çoğumuz hariçten gazel okuyoruz. Biraz biliyoruz ama daha doğrusunu ve sağlıklısını söylemek için işin içine girip bu çalışmaları yapmak lazım. İnşallah sizlerden de zamanla bu alana daha çok eğilen araştırmacılar çıkar da kendi âlimlerimiz hakkında daha derinlikli ve sağlıklı şeyler söyleyebiliriz.

*Abdullah Bardakçı sordu.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: