Konferans Notları

“Sadece siyasî bir dil, kılıç darbesiyle problemleri çözeceğini söyler. İlmin böyle bir teklifi yoktur. İlim, bir çaba ve süreçtir.”

Geçtiğimiz haftalarda Şehir İSİF Kulübü, İsmail Kara ile Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak adlı kitabının tahlilini gerçekleştirdi. Fatih Doğan etkinlikten notlarını aktardı.

 

İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin meselelerini ilim dünyasının gündemine ısrarla taşıyan, çağdaş İslam düşüncesi metinleriyle doğrudan temas kurarak tahlil ve tenkidi açısından son derece değerli kitaplar telif eden çok kıymetli bir ilim adamı.

İSİF Kulübü de buna binaen geçen seneki Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam 1 kitabının tahlilinin ardından, İsmail Kara ile bu yıl da Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak kitabının tahlilini gerçekleştirdi.

Ziyadesiyle istifade ettiğimiz oturumda İsmail Kara, çağdaş İslam düşüncesinin kapsamından bahisle söze başladı. Çağdaş İslam düşüncesi, yeni bir İslam yorumu teklif ettiği için geniş manada bütün ilahiyat alanlarını ilgilendirirken; İslamcılar tarih, siyaset, felsefe, sosyoloji alanlarında da kalem oynatmaktan geri durmadığı için sosyal bilimlerle de yakından ilgiliydi.

Hoca, bahsettiği “yeni İslam yorumu”nun iki kanal üzerinden kurulduğunu söyledi: Kaynaklara dönüş fikri ve modern Avrupa fikriyatına doğru açılma düşüncesi.

İlk kanal olan kaynaklara dönüş hareketinin İslam’ın ilk kaynaklarıyla doğrudan bir iletişim kurma ve Müslümanları o kaynaklara yakınlaştırma iddiası ilk başta masum gözükebilir. Ancak hoca, İslamcıların yeni bir İslam tarihi ve siyer yorumu arayışında olmalarının asıl amacının, Müslümanların başarısızlığını tarihe yüklemek olduğunu söyledi. Esasında burada yapılan, İslam tarih tecrübesinin zayıflatılarak büyük oranda atlanmak ve devre dışı bırakılmak istenmesiydi.

Hocanın söz ettiği ikinci kanal ise, modern Avrupa fikriyatına doğru açılma düşüncesiydi. İsmail hoca, bu kanalın kaynaklara dönüş fikri kadar öne çıkmamakla birlikte aslında yeni bir Avrupa yorumu teklif ettiğini vurguladı. Bu iki kanal arasındaki en belirgin fark, ikincinin ilki kadar kolay işletilememesiydi. Bu iki kanal farklı gibi gözükse de aynı kafa tarafından işletildiği için, ister istemez ikisi arasında irtibat kaçınılmaz oluyordu. Hoca, bu iki kanalın birlikte hareket ettiğinin mutlaka hesaba katılması gerektiğini tekrar vurguladı.

Müslümanlar, hem rızâ-yı Bârî’ye daha muvafık bir İslam, hem de modern Avrupa’ya uyum talebinde bulunuyor, tarih de bu yüzden tasfiye ediliyor. “Müslüman kalarak Avrupalı olmak” da bu havuzun ortak problemlerine işaret ediyor. Peki, bu ikisi birbirine zıt, birbiriyle çelişen şeyler mi, yoksa birbiriyle uyumlu ve birbirini çeken şeyler mi?

Hoca, bu ikisi arasındaki zıtlık hususunda felsefî düzey ile hissiyât düzeyi arasında ayrım yapılması gerektiğini şu cümlelerle ifade etti: “Felsefî düzeyde zıtlık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Modern bilim ile din arasında çok ciddi bir karşıtlık ilişkisi var. Yumuşak bir şekilde ifade edersek “mesafe” var, sert bir şekilde ifade edersek “karşıtlık” var. Ancak bu zıtlık ilişkisi bütün kademelerde böyle işlemiyor. İkisi arasındaki zıtlık ilişkisinin, fiilî düzeyde bir uyum ilişkisine doğru hareket ettiğini görüyoruz. Bunların toplum tarafından anlaşılması büyük ölçüde hissiyât düzeyinde oluyor. Kimse modern bilim ile din arasında zıtlık olmasını istemez.”

Hoca bu noktada hissiyâtın önemli olduğunu, ancak yolumuza yalnızca onunla devam edemeyeceğimizi söyledi. İlim ehlinin payına, meseleleri felsefî düzeyde ciddi bir şekilde ele almak düşüyordu.

Bu oturumdan aklınızda ne kaldı diye sorulursa, cevabımız muhtemelen bu meselelerin farklı kademelerle ele alınması gerektiği olurdu. Zira hoca, Müslüman kalarak Avrupalı olma iddiasının toplumun istisnasız her kademesinde farklı mertebelerle gidip gelinen bir çizgi olduğunun üzerinde durdu: “Vatandaş da, ulema da bu çizgide gidip geliyor. İnsanların Müslüman kalmaktan ne anladığı konusunda da, Avrupalı olmaktan ne anladığı konusunda da farklı kademeler var. Ama bu iki unsurun birlikte var olageldiğini görmek lazım. İslam dünyasının yakın tarihinin entelektüel problemleri, bu iki unsurun arasında cereyan ediyor ve uzun bir tarihin içinden bugüne geliyor. Öncelikle zihnimizde bu netliğe kavuşmamız lazım ama bu netlik çilingir gibi her şeyi çözmez, meselelerde aşağıya indikçe birçok çalışma yapmamız gerektiğini görürüz.”

İsmail hoca, sözü İslamcıların yeni İslam yorumu ve bu yorumun üzerine kurulduğu iki kanaldan alıp yavaş yavaş meselelerin nasıl anlaşılması ve çalışılması gerektiğine getirdi. Çağdaş İslam düşüncesi de her düşünce gibi kavramlar üzerinden tartışılarak gelişiyordu. Bu itibarla, “Müslüman kalarak Avrupalı olmak” bir çatı olup bu çatının altında yüzlerce kavramla uğraşmak gerekmekteydi.

Katılımcılardan biri, kitapta da bahsi geçtiği üzere, birkaç dalga halinde gerçekleşen tercüme hareketleri sebebiyle, Said Halim Paşa ve Zahid el-Kevserî gibi kendi topraklarımızın İslamcılığıyla kopan bağlarımızın tekrar nasıl kurulabileceğine dair bir soru yöneltti. Hoca şöyle yanıt verdi: “Bu sadece İslamcılık için değil, ilim ve fikir hareketlerinin tamamı için geçerlidir. Yani Türkiye’deki Türkçülük ve solculuk da kendi topraklarından neşet eden fikirlerine dönemedi. Dönmesi gerekmez miydi? Fakat olmadı, bağ kurulamadı.” Hoca kendisinin bu amaca matuf olarak Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi adıyla üç ciltlik bir antoloji hazırladığını ancak üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen bunun yeni çalışmalara ne düzeyde zemin hazırladığının bir soru işareti olduğunu söyledi. Diğer iki fikir hareketinde ise böyle bir çabanın bile olmadığını da ekledi. Sözlerine şöyle devam etti: “İlimlerin süreklilik kurması gerek. Ancak ülkemizde Osmanlıca gündemi yok. Osmanlıca bilmeden Ahmed Cevdet Paşa’ya nüfuz edemezsiniz. Bizde ise bunun psikolojik ihtiyacı duyulmuyor, insanların kendi geleneğiyle irtibat kurmak gibi bir derdi yok. Zahid el-Kevserî’ye, kendi topraklarımıza ancak böyle dönebiliriz.”

Bir soru ise, bu meselelerin 200 yıldır tartışıldığı ama pratikte bir şeyin değişmediği ve bunun sebebi ile ilgiliydi. Hocanın bu konuda verdiği cevap da doyurucuydu: “Konuştuğumuz sorular 200 yıllık ve aslında bunlara cevap da verilmiş. Ama cevapların kapasitesi yeterli değil. Yoksa biz bugün burada bu insanların cevaplarını konuşuyoruz. Sadece siyasî bir dil, kılıç darbesiyle problemleri çözeceğini söyler. Siyaset, ‘yarın gelip problemleri çözeceğiz’ der, ama çözer mi? İlmin böyle bir teklifi yoktur. İlim, bir çaba ve süreçtir. Bu problemler bir kişinin ilmî ve fikrî çabasıyla da çözülemez. Çözüldü diyelim, bu problemlere verilen cevabı anlayan, kabul eden, pratiğe döken ve sürdüren insanların, nesillerin olması gerekiyor. Bir çiçekle bahar gelmez, başka çiçeklerin ve devamlılığın olması lazım. Türkiye’de her dönemde büyük insanlar yetişmiş ama devamlılık yok, çünkü kurumlar yok.”

mkao

*Fatih Doğan aktardı.

Yorum bırakın