Alıntı

Osmanlı İstanbul’unda Ramazan – 2

Geçtiğimiz hafta başladığımız Osmanlı İstanbulu’nda Ramazan alıntılarına devam ediyoruz. Zeki Mehmet Nacar alıntıladı.


Ramazan şehrin zamanını tam anlamıyla kesintiye uğratır; sıradan ayların ritmini, tekdüzeliğini bozar. Sultanın sarayından başlanıp bütün dini binalara, devlet dairelerine, dükkanlara ve en mütevazı ikametgahlara kadar her yerde büyük bir temizliğe girişilir. Bütün şehir arınma arzusunun pençesine düşmüş gibidir. Hazırlıklar erzak teminini de kapsar, çünkü ne kadar ters gelirse gelsin oruç tutulan ay, aynı zamanda en çok gıda tüketilen aydır. “Sanki savaş varmış gibi” mahzenler ve kilerler peynir, reçel, zeytinyağı, zeytin, pastırma, sucuk, un ve şeker benzeri erzakla doldurulur. Soğan ve patates çuvalları yığılır. Ramazan kışa denk geldiyse, kömür ve odun alınıp mahzene yerleştirilir, çünkü evde her zamankinden daha uzun vakit geçirilecektir, dolayısıyla akşamları evleri daha da sıcak tutmak gerekecektir. Aydınlatmada kullanılsın diye camilere yağ ve mum dağıtılır. Minareler arasına mahya kurarken kullanılacak ipler çekilmeye başlanır. İki haftalık bu süre, Osmanlıca telaş kelimesinin gayet güzel anlattığı hummalı ve endişeli bir çalışmayla geçer.

Ramazan ayının kendisi ilk hilalin görülmesiyle başlar. Hilalin gözlemlenmesi için 29 Şaban akşamı Beyazıt’taki yangın kulesine ya da Süleymaniye, Fatih, Sultan Selim, Cerrahpaşa gibi camilerin minarelerine din görevlileri gönderilirdi; olur da hilali görürlerse, yaptıkları gözlem iki tanıkla doğrulanıp kadıya bildirilirdi. Önce Süleymaniye Camii’nin minarelerinde kandiller yakılır, sonra sırayla öteki camiler kendi kandillerini yakardı.

Ramazan böylece başlamış olur. Güneşin ufukta görülmesiyle (imsak ile) oruç başlar ve bu, İstanbul’a üç pare top atılarak duyulur. Sabah saatleri, bunu yapmaya imkânı olanlar için büyük ölçüde uykuyla geçer. Şehir neredeyse boştur, Müslümanlarınkiler başta olmak üzere dükkânların çoğu geç açılır, daireler ve okullar yavaş çalışır. Yaşam, öğle namazı civarında yeniden canlanır gibi olur, daha sonra daireler ve okullar kendi faaliyetlerine döner, öğleden sonra saat dörde doğru yani ikindi namazına kadar çalışır. Ardından memurlar cami avlularında kurulan, her türlü malın ve zahirenin bulunduğu pazar tezgâhlarını, sergileri gezerler. Erkekler kahveye gider, son eksikleri toparlar, en yakın fırından eve götürecekleri pide, simit ya da çöreklerini satın alırlar. Böylece son alışveriş de yapılıp eve dönme yarışı başlar. Yoksullar, hatta memurlar bile paşaların kapısında toplaşırlar, bedava dağıtılacak iftardan faydalanmak isterler. Koca şehir iftardan önceki dakikalarda yeniden boşalır.

Bütün ev orucun bitiş vaktini bildirecek top sesini beklemeye başlar. Herkes saatine bakar, tütün tiryakileri sigaralarını, nargilelerini ya da çubuklarını hazırlar; beklenen saatten biraz önce sofranın etrafına oturulur, yere konulan ahşap dayanağın üzerine büyük bir tepsi, yani sini yerleştirilir. Normalde iftar iki aşamalıdır: Atıştırmalıklarla oruç açılarak başlanır; zeytin, peynir, reçel, kuru meyveyle bir şeyler atıştırılır. Akşam namazından sonra çorbalardan, et ve sebze yemeklerinden, hoşaflardan ve meyvelerden oluşan asıl öğün yenilir.

Gündelik yaşam Ramazan’la birlikte aslında altüst olmaktadır. Devlet çalışma hızını düşürür. Siyaset işleri ihmal edilir, önemli olanlar da bazen geceleyin görüşülür. Divan toplantıları ya askıya alınır ya da kısıtlanır. Bayramdan önce önemli kararlar alınmaz. Yabancıların, büyükelçilerin yüksek mevkiden görevlilerin ya da önemli ziyaretçilerin sultanın, hatta sadrazamın huzuruna girebilmeleri çok zor, neredeyse imkânsızdır. Devlet dairelerinde daha az çalışılır: Memurlar öğle namazından sonra gelir, sonra da ikindi namazına camiye gidecekleri için erken çıkmaları gerektiği bahanesiyle öğleden sonra dörtten önce işten çıkarlar. Bazı dairelerde ayın ilk günü çalışılmadığı olur. Kütüphaneler ay boyunca kapalı olur. Başkentin neredeyse bütün okulları da bu ay tatil olur. Tatil, medrese öğrencileri için önceki iki ayda, recep ve şaban aylarında başlar, kameri takvimin dokuzuncu ayı boyunca da devam eder. Bir de meslekleri gereği işsiz kalan kahve çalışanları, sakalar, seyyar yiyecek satıcıları bütün bunlara eklendiğinde bu ayda İstanbul sakinleri arasında işsiz, boşta kalmış, tatile çıkmış kişilerin sayısının hiç de az olmadığı görülür. Bu kitle Ramazan’da mahalleleri canlandırmaya dünden hazır bir müşteri kalabalığı oluşturur.

Ramazan, kurumsal olarak eşitlik ve kardeşlik ruhu demektir; nitekim zengin de fakir de, herkes oruca aynı şekilde uymaktadır. Üstelik siyasal, toplumsal ve dinsel bölümlenmelerin ve hiyerarşilerin açık seçik çizili olduğu bir şehirde, Ramazan sayesinde toplum daha iyi kaynaşabiliyordu. Yabancı gözlemciler bundan yana şaşkınlığa kapılırlar: gezinenler, kahvelerde oturanlar ya da gösteri salonlarına gidenler, toplumun her katmanından ve kesiminden insanlardır. 19. yüzyıl başında yazan bir Alman seyyah kahvedeki müşterilerin “tek ve büyük bir aile” oluşturduklarını belirtir. 20. yüzyıl başında meddah oyunu izleyen başka bir Alman gözlemci memurların, askerlerin, öğrencilerin ve hammalların en ufak bir rahatsızlık duymadan yan yana oturduklarını aktarır. Daha keskin toplumsal katmanlaşmalara alışkın olan Batılıların şaşırdığı bu kaynaşma sadece oruç tutulan bu aya özgü değildir gerçi, ama Ramazan ayında daha sık yaşanır ve daha çok gözlemlenir. 19. Yüzyıl sonunda Ramazan gecelerinin çok canlı olduğu Direklerarası benzeri semtlerde, nüfusun bütün kategorileri dirsek dirseğe temas halindedir: Çocuklar, yetişkinler, okul ve üniversite öğrencileri, erkekler, kadınlar, ameleler, aydınlar, zengin veya fakir herkes aynı yerde buluşur. Bunlara bir de bakanları, toplumun önde gelenlerini, arabayla gezintiye çıkıp buralara da gelmekte beis görmeyen saraylı hanımları ya da hükümdar ailesi üyelerini eklemek gerekir.

Eminönü cami avlusunda namaz öncesi abdest, İstanbul, 1886.

Ne var ki Ramazan’daki eşitlik sadece görünüştedir. Aslında bir zengin Ramazan’ı, bir de fakir Ramazan’ı vardır. Aradaki farkı anlamak için varlıklı ailelerin iftar sofrasına bakmak yeterlidir. Hâli vakti yerinde kişiler günün büyük kısmını uyuyarak geçirebilirler, işlerini akşam yemeğinde görebilirler, geceleyin de eğlenebilirlerdi. Buna karşılık Ramazan, oruç tutup çalışmak zorunda olanlar için zor bir dönemdir; Batılılar hayran olurlar bu insanlara, hem cesur hem de sebatkârdırlar. 1830 yıllarında İstanbul’da dokuz yıl yaşamış bir Fransız doktor olan E. Brayer’nin, başka birçok kişi gibi bu konuda neler yazdığına bakalım: “Rantiye için bile müthiş zor olan oruç, hele benim de yaşadığım gibi yılın en uzun günlerine denk gelirse, emekçi için gerçekten katlanılmaz bir şeydir.”

Bu ayda şehir sakinlerinin bireysel ve kolektif davranışları da değişir. Örneğin, bazısı iftar vaktini sabırla bekler ve yemeklerin üstüne atlamadan kendini doyurmaya başlar; bazısıysa sabırlı olmaz, yerinde duramayacak hale gelir, De Tott’un deyişiyle “elinde ne kadar saat ve duvar saati varsa hepsini toplayıp önüne koyar.”

Bütün olarak ele alındığında, şehrin genel havası din ve maneviyatla doludur. İnsanlar komşularıyla barışmaya, düşmanlarıyla arayı bulmaya çalışır; fakirlere, hayvanlara daha şefkatli davranmaya çabalar; kediye köpeğe yiyecek verir. 1840 başlarında İstanbul’da üç yıl yaşayan Charles White Ramazan’da Müslümanların kafeste kuş alıp serbest bırakmaktan hoşlandıklarını, bu kuşlara azat kuşları denildiğini aktarır. Bu anekdot bu ay boyunca nasıl bir anlayışın hakim olduğunu gayet iyi açıklar.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: