Geçtiğimiz aylarda Şehir İSİF Kulübü, İsmail Kara ile Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam 2 adlı kitabının tahlilini gerçekleştirdi. Fatih Doğan etkinlikten notlarını aktarıyor.
İsmail Kara’nın Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam 2 isimli kitabı; Türkiye’de laiklik, imam hatip ve ilahiyat fakülteleri merkezde olmak üzere din eğitimi ve dinî yayıncılık olmak üzere üç ana mesele etrafında temerküz ediyor. Kitabın en merkezi meselesinin ise “Türkiye’de din eğitimi var mı?” sorusu olduğunu söylemek mümkün. Hoca bu soruyu ve diğer meseleleri, kitaba hatırı sayılır bir hacim kazandıracak boyutta ele alıp, kendine has üslubuyla ince ince işlemiş. Kitabın tahlili de tabii olarak bu meseleler etrafında, ancak bize farklı bir bakış açısı kazandıracak şekilde gerçekleşti.

İsmail Hoca, konuşmanın ilk bölümünde imam hatip okulları ve ilahiyatların kuruluş amacını sorguladı ve henüz ilk cümlelerinde bu konuya dikkat çekici bir giriş yaptı: “İmam hatipler ve ilahiyatlar, Türkiye’nin din meseleleriyle derinlemesine ilgilenecek şekilde düzenlenmemiştir.”
Bu cümleyi detaylandırmak için, hocanın değineceği birçok nokta vardı: “En temelde imam hatip ve ilahiyatların kurucu fikrinin Türkiye’deki din eğitimi meselesiyle irtibatı zayıf. Bu kurumların bilgilenme düzeyi ve ilgi alanı, din eğitimini yakinen mesele edecek şekilde kurulmamış. İmam hatip talebeleri kilise ve sinagog gezilerine götürülürdü ama okulun çok daha yakınında olmasına rağmen Fatih Camii özel olarak hiçbir zaman ziyaret edilmedi. İlahiyat fakülteleri, Türkiye’deki cami imam ve müezzinleriyle, cemaatiyle, camilerin üslubuna katkısıyla, iç-dış mimarisiyle ilgilenmiyor. Dinî hayat, cemaat ve tarikat yapıları, dinî kültürleri ve hatta Diyanet İşleri Başkanlığı da onların ilgi alanlarına dâhil değil. Bu konularda sadece din sosyolojisinde bazı akademik çalışmalar yapılıyor, onlar da yeterli olmaktan uzak.”
Bu kurumlar Türkiye’de dinin merkezi olduğu halde, böyle bir şey söz konusu olabilir miydi? Cevap yine ilahiyatların kurucu fikriyle alakalı olsa gerekti. Peki, nedir bu kurucu fikir? İmam hatip okulları ve ilahiyat eğitiminin amacı neye matuf olarak şekillenmiştir?
İsmail hocaya göre bu kurumlardaki din eğitimi büyük ölçüde “doğru bilgi edinme” önceliklidir. (Buradaki “doğru” kelimesi de tırnak içindedir, bu kelimeyi de ayrıca sorgulamak gerekir.) Kuruluş fikirlerinde dinin hissiyat, düzenli bilgi ve felsefe tarafı umumiyetle olmadığı gibi; yaşama üslubu, organizasyonu, bir Müslüman millet devlet olarak yapılaşması gibi kademeler de bütünüyle ihmal edilir. Bu hususlar kuruluş aşamasında da yoktur, 70 yıllık ömürleri boyunca da olmamıştır. Aradan geçen bu süreç içerisinde bu kademeler kurulmamış yahut kurulamamıştır. Burada başka bir soru gündeme gelmektedir: Bu kademelere niçin ihtiyaç duyulmalı? Bilhassa ilahiyat fakültelerinin amacı, tabii olarak “doğru bilgi edinme” olmalı değil midir?
Soruyu biraz daha geniş olarak ele alalım ve şöyle soralım: Din dediğimizde öncelikle doğru ve üst düzey bir hayat mı anlaşılır, doğru ve üst düzey bir bilgi mi?
Hocanın açıklamalarına göre, din dediğimiz alan yalnızca bilgiden ibaret değildir. Bilgi, dinin unsurlarından sadece biridir. Dinin öncelikli unsurlarından biri olabilir, ancak tarih boyunca Müslümanların kahir ekseriyeti düzenli bir bilgi düzeyine çıkmamıştır. Lakin dinî bir hayatları olmuştur. Zira dinî hayat, düzenli dinî bilgiden daha önemli ve ön plandadır. Birçok insanın din bilgisi hissiyat düzeyindedir ve bu kötü bir şey değildir. Hatta dinî hayatları, takvaları, insanlarla münasebeti vs. daha derin olabilir. Yani din bilgisi ile dindarlık/dinî hayat arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Bu, dolaylı bir ilişkidir, ancak zorunlu değildir.
İsmail hocaya göre dinin üç kademesi vardır:
-Hissiyat düzeyi
-Düzenli bilgi düzeyi (İlim düzeyi)
-Hikmet/felsefe/irfan düzeyi
Hissiyat kademesi dediğimizde büyük kalabalıkları bu kapsama alabiliriz. İkinci kademe olan düzenli bilgi/ilim düzeyini (İsmail Kara “malumat”ı dışarıda bırakmak için “düzenli bilgi” ifadesini tercih ediyor) daha sınırlı sayıdaki bir grup oluştururken, hikmet/felsefe/irfan seviyesi ise en üst ve az sayıdaki insandan müteşekkil olup, dini yaşama üslubunu temsil ediyor.
Bu tasnifi bu şekilde kabul ettiğimizde ve yetmiş yıllık imam hatip/ilahiyat tecrübesini düşündüğümüzde şu problemin farkına varıyoruz: Cumhuriyet tecrübesinde doğru dinî bilgiyi önceleyen bir din eğitimi süreci, dinin hayata yansıyan taraflarını geri plana attı. Bu da hissiyat ve hikmet/felsefe/irfan düzeylerinin büyük oranda atlanması manasına geliyor.
Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, modern döneme gelinceye kadar bu üç kademe üst üste olan, iç içe geçmiş kademelerdi. Modern dönemde ise üst üste olmaktan çıkıp, birbirinden uzaklaştı ve ayrı hale geldi.
Bu noktadan sonra İsmail hoca ortaya koyduğu teorik çerçeveyi somutlaştırdı: “İstanbul’da en üst düzeyde olan âlimler, sözgelimi Süleymaniye/Fatih dersiâmları, aynı zamanda Ayasofya ve Sultanahmet camilerinin vaizleridir. Yani en üst düzeyde (hikmet/felsefe/irfan düzeyinde) olan âlim, en alt düzeydeki (hissiyat düzeyindeki) insanlara vaaz ediyor. Aynı şekilde İmam Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammeddiyye’si de en üst düzeyde kabul edebileceğimiz bir eserdir. Aynı âlim, halk seviyesine inerek, hissiyat düzeyindeki Risâle-i Birgivî’yi de yazıyor.”
Bu durumu günümüzdeki ilahiyat hocaları açısından düşündüğümüzde nasıl bir tablo ortaya çıktığıyla alakalı ise İsmail Kara “İstisnaları hariç, bugün ilahiyat hocaları bu vazifeyi yapamaz. Dinî bilgisini vatandaş düzeyine indiremez. Çünkü kademeler arasındaki ilişki, üst üste bir seviye ilişkisi olmaktan uzak. Artık düz bir hat üzerinde birbirinden uzaklaşan seviye düzeyleri mevcut. Hatta bilgi düzeyinde olan kişi, hissiyat kısmında olanı yanlış/dindışı kabul eder. Bu da modern dönemde ortaya çıkmıştır. Geçmişe baktığımızda böyle bir mesele yoktur.” ifadelerini kullandı ve ekledi: “Bir âlim açısından önemli olan, o seviyelere inip çıkabilme kapasitesidir. Hatta hissiyat düzeyi onun için de hala geçerli bir seviyedir.”
Dinin bu kademeleri olmadığı zaman, dinin topluma sirayeti, toplum tarafından kabul ediliş/yaşanma biçimleri ve bunun etrafında oluşan gelenekler dinî alanın dışında kalıyor. Bu da başta işaret ettiğimiz şekilde, din meselesini yalnızca doğru bilgi düzeyi olarak anlayan ve bu anlayış üzerine eğitim görmüş birinin ilgi alanına dâhil olmamış oluyor. Bununla alakalı İsmail hoca mezarlık kültürünü örnek gösterdi. “Vehhâbî isyanı İstanbul’da olsa, mezar taşlarını yıkarak yürüttüğü bir isyan başarıya ulaşabilir miydi?” diye sordu ve “Mümkün değil, çünkü mezarlar bizim dinî hayatımızın bir parçasıdır.” şeklinde cevap verdi.
Modern dönemde dinî anlayış düzeylerinin birbirinden uzaklaşmasının yol açtığı problemlerden biri de, bu dinî anlayışın bu kurumlarda eğitim görmüş kişileri toplumdan tecrit etmesiydi. “Bir talebe imam hatip okuluna başlar başlamaz, halk Müslümanlığı ile araya mesafe koyuyor.” diyen İsmail Kara, İslam’ın bizi topluma yaklaştırma hedefine karşılık, bizim “doğru din bilgisi” temelli din anlayışımız sebebiyle toplumdan uzaklaştığımızı vurguladı. Böyle düşününce, bizim din anlayışımız ile laikliğin din anlayışı arasında bir fark kalmıyordu. Onların toplumla aralarında tesis ettiği mesafe ile bizimki aynıydı. Bizim durumumuzda arayı kapatan tek şey, İslam’ın bizatihi kendisiydi.
Bu hususta kendi şahsi tecrübesinden de bahseden hoca, Mızraklı İlmihal’in neşrini yaptığı zaman kendisine tepki gösterenler olduğunu söyledi: “Mızraklı İlmihal’i, toplumda yanlış din anlayışını temellendiren bir unsur olarak tavsif ettikleri için, onun tamamen tasfiyesini öngörüyorlar. ‘İlahiyat fakültesi hocası Mızraklı İlmihal mi neşredermiş yahu?’ diyorlar.”
Son bölümde katılımcılardan yöneltilen ilk soru, imam hatip ve ilahiyatların son yirmi yılı nasıl değerlendirdiğiyle ilgiliydi. Hocanın cevabı “20 yıldır bilgi düzeyi yükselmiş olabilir. Ama mesele zaten bilgi düzeyinin yükselmesi değil, çünkü bu sefer de yanlış düzeyde yükselmiş oluyor. Mesele hissiyat düzeyinin de verilmesi.” şeklinde oldu ve bu süreçte içe dönük bir sorgulamanın yapılması gerektiğini şöyle ifade etti: “Kendimize dönük bir değerlendirmeyi üst düzeyde yapabiliyor muyuz? Asıl mesele bu. Biz de bu okullardan, fakültelerden geliyoruz ama bu kurumların içinde kendimize dönük tenkit yapmıyoruz. Yapılan tenkitler de yine doğru bilgi düzeyinde yapılıyor. Bu değerlendirme, konuşma boyunca bahsettiğimiz 3 kademe düzeyinde olmalı. İlahiyatı bu yönden eleştiriyorlar ama mesele bu değil ki. Cemaat ve tarikatları bunu yapmadıkları için eleştiriyorlar, ama aynısını kendileri de yapmalılar.”
Meselenin çözümü için bize düşen sorumluluğa dair sorulan diğer bir soruyla ilgili ise “Bizim vazifemiz, ne zaman devreye gireceğine bakmadan bu meseleler için entelektüel bir zemin oluşturmaktır. Siyasi irade tarafından kale alınır alınmaz, biz bilemeyiz, bunların otomatik olarak çözüme intikal etmesi beklentisine girmek de yanlış olur. Bizim ilahiyat fakülteleri ve diyanet olarak bu tartışmaları çeşitlendirmemiz, din eğitimi konusunda daha düzenli bilgilere ulaşmamız ve bunları yukarıya çıkartmak için katkı vermemiz gerekiyor. Böylece siyasi irade bu meseleyi çözmeye niyetlendiğinde başvurabileceği bir havuz olmalı. Şu anda bu yok.” şeklinde cevap verdi.
Türkiye’deki din anlayışlarının hepsinin kuşatılmasının gerekliliğine dikkat çeken İsmail hoca, entelektüel zemin teşkil etmesi için oluşturacağımız havuzlardan kendi nihai hükümlerimizden bağımsız olarak herkesin yararlanabilmesi gerektiğini söyledi. Daha sonra ilahiyat fakültelerinin kendi içerisinde din anlayışına göre farklı karakterlerinin belirginleşmesi önerisinde bulundu: “Türkiye’de keşke bir ilahiyat fakültesi daha çok klasik İslami İlimlere yoğunlaşsa, diğeri felsefede daha yukarıda olsa, bir diğeri daha modern bir çizgiyi temsil etse, bir başkası orta bir yol tuttursa… Böyle olursa kişi hangi alanda uzmanlaşmak istiyorsa o ilahiyat fakültesini tercih eder. Bizde sadece Ankara İlahiyat’ın kendince bir çizgisinin olduğunu söyleyebiliriz, ama o da daha çok bir koalisyon görünümü veriyor. Öbür ilahiyat fakültelerinin ise kendi rengi yok.”
Hocanın çalışılmasının lüzumuna işaret ettiği konular, etliye sütlüye karışmayı pek de istemeyenlerin ilgi duyacağı cinsten değil. İsmail hoca da yıllardır bu konuları çalışan biri olarak bu konuda şunları söyledi: “Türkiye entelektüel ve fiili olarak özgür kapasitesi düşük olan bir ülke. Ancak ilahiyat hocaları bu konuda ciddi bir çalışma yapmak istediklerinde önleri kesilmiyor. Bugüne kadar ben tehlikeli sayılabilecek konular çalıştım, kimse böyle bir şey yapmadı. Yapmış olsa bile, ilmin de bir bedeli var. Özgürlüğü insan kendisi kazanır, özgürlük verilen bir şey değildir.”
Dinin modern dünyada çok dar bir alana inhisar etmesi sebebiyle, TOKİ evlerinin güncel bir problem olmasına karşın din kapsamında konuşulmamasından yakınan İsmail hoca, bu meselelerin çözüme ulaşması için hem entelektüel seviyede hem de siyasi seviyede yeterli kapasiteye sahip olunmasının gerekliliğine değindi. Merhum Turgut Cansever hocanın bu konudaki proje ve çabalarından bahsederek meselenin entelektüel ve siyasi kapasiteye ne denli ihtiyaç duyduğunu somutlaştırdı: “Turgut Cansever, üst düzey devlet ricalinin bulunduğu toplantılarda defalarca kere kurmak istediği geleneksel mahalle modelini anlattı. Hocanın projelerinin hepsi hayata geçirilemiyorduysa da en azından biri yapılsaydı. Niçin en azından biri bile yapılmadı? Yapılmış olsa, modern/estetik/dinî ve kültürel dokumuza uygun yapılar olarak çok önemli bir örneklik teşkil edecekti. Şuan Sivas Kaleardı Projesi’nin çizimleri hala mevcut ama o kadar TOKİ binaları yapılırken bu proje niçin hayata geçirilmiyor bir cevabı yok.”
İsmail hoca kitabın sonlarına doğru yer verdiği “Müslüman Kardeşler Türkçeye Tercüme Edildi mi?” bölümünde, Türkiye’de İslamcıların fikriyatının uğradığı dönüşümde Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub ve Mevdûdî gibi geçen yüzyılın tanıdık simalarının rolüne dikkat çekmekteydi. Buna göre bu isimlerden yapılan tercümeler, “İslam’ın ana kaynaklarına sarılmak, kurtuluşa inanmak, cihad gibi besleyici tarafları ve diri tutucu kazançları” olan bir bakış açısı sağlamakla birlikte; “genç ve heyecanlı insanları kendi topraklarından, Türkiye’den, Türkiye’deki dinî ve İslâmî damarlardan koparmak” gibi son derece menfî etkilere de sahipti. Dinleyicilerden bu konuyla alakalı, “Peki ya tam tersi olursa ne olur?” minvalinde bir soru geldi. Açacak olursak, bu topraklarda neşv-ü nemâ bulan, fikriyatı da bu damarlardan beslenen ve bu itibarla diğer İslamcılardan farklı bir çizgide duran Nureddin Topçu, İsmet Özel gibi düşünürlerin eserleri Türkçeden Arapçaya tercüme edilirse, yine aynı doku uyuşmazlığından söz edebilir miyiz? İsmail Kara buna şöyle cevap verdi: “Bir ölçüde evet, tercüme edilen esere göre bir doku uyuşmazlığı olabilir. İsmet Özel’in Cuma Mektupları’nı tercüme ederseniz, diğer Müslümanlara pek hitap etmeyebilir çünkü Türkiye ile ilgili meseleleri ele alıyor. Ancak Üç Mesele’yi tercüme ederseniz, tabii ki diğer Müslümanlar da bu görüşlerden istifade edecektir. Zira Türkçeye tercüme edilen eserlerin fikriyatı ideolojik bir zemine dayanmaktadır. Nureddin Topçu, İsmet Özel gibi isimlerinkinde ise böyle bir durum söz konusu değil.”
İsmail hoca son cümlelerinde bizim yapmamız gerekenin, herkesin faydalandığı havuza girdi vermenin olduğunu söyleyerek konuşmasını bitirdi: “Turgut hoca ne kadar uğraştı ama yapılmadı. Yine de ilahiyatçı olalım, mimar olalım, sanat tarihçisi olalım, bizim vazifemiz entelektüel üretimi yapmaktır. Ne kadar hayata geçer bilemeyiz, ama son nefesimize kadar çabalamalıyız.”
*Fatih Doğan aktardı.